Quantcast
Channel: "writing to reach you"
Viewing all 213 articles
Browse latest View live

"Bir tezatlar kitabıdır ömrüm"

$
0
0
Ne biçim bir aslan burcu isem, kendimden aşırı memnun olmak yerine yüksek oranda öykünme meyiline sahibim...Genelde kendi yoluma baksam da bazen bende olmayan her şeye hayranlık duyabiliyorum.
Herkes kendi aklından memnun olduğu için zekaya saygı duymakla birlikte, ay ben gerizekalıyım diye bir öykünme durumuna girmiyorum çok şükür.
Mamafih zaman yönetiminde istediğim başarıları bir türlü gösteremediğim sadece planlar yaptığım için bir anda bir çok şeyi yapabilen insanları delicesine kıskanıyorum.
Hayatımız iş ve aile denklemi arasında gidip gelirken, bunun dışına da çıkabilen kendisine yatırım yapan, kendisine iyi bakan insanlara şapka çıkartıyorum.
Yakın çevremde hiç böyle birileri yokken, iş nedeni ile edindiğim çevremde orta yaşın üstünde, başarılı bir kariyeri ve aile hayatı olan, bununla da yetinmeyip kendini geliştiren , kendine bakan bir sürü insan var.
Yıllardır bir sosyal sportif olarak hayatımı idame ettirdiğim için, kısıtlı vaktinde sporu fazlasıyla ciddiye alan, azimli ve fit insanlara da epey kıl oluyorum. Yani bir değil, iki değil bu kadar çok olmalarına şaşırıyorum. Gerçi bu çokluk durumu, nereden baktığınla ve ne görmek istediğinle çok alakalı ve bana sorarsanız İstanbul’daki tüm sportif kurumsallarla bir şekilde denk geliyorum.
Beceremediğim her şeyi karşımda gördükçe de, hırs yapmak yerine sadece öykünüp, durumumdan şikayet etmeye devam ediyorum.
Dar zamanda çok şey başarmak, geniş zamanlarda yaymak üzerine kurulu hayat anlayışıma da isyan ediyorum. Yapamayan konuşur derler diyerek de, çuvaldızı kendime batırıyorum.
Ama yine de kahrolsun healthy life takıntısı….
ps. başlık şarkısı Kesme Şeker ve Tezatlar Kitabı

"nothing works but you don't mind"

$
0
0


Farkında mısınız, nihayet (ve ne mutlu ki) 2013 nihayet sona eriyor...

yazının gizli öznesi için bknz; ki'yi ayrı yazılma tedirginliği...


"eskidim kendim kadar"

$
0
0



zamanım olsa 2013 için elizabethtown usulü bir albüm tarihçesi çıkartırım. Şurdan buraya giderken dinlediğim şarkı, su altında dinlemekten en mutlu olduğum şarkı, içimdeki ergeni hep ayakta tutan şarkı, dinlemekten itinayla kaçtığım şarkı, dinlerken herkesi bıktırdığım şarkı diyerek epey detaylı ve de filtresiz bir albüm çıkartırım ortaya. 

Ama gerek yok, her şarkı anısıyla yer ediyor hafızamıza zaten. hafıza yorulsa da 10 yıl sonra dinlerken bile çoğu şarkının benim için ne ifade ettiğini hatırlayacağıma dair bir inancım var:) Yanılırsam yeni şarkılar eskileri unutturmuş diye teselli bulurum...

2013 albümüm açık ara Editors...Ayağıma kadar gelseler de canlı dinleyemediğim Editors'u yıl boyunca cd.den epey dinledim. Albümdeki her şarkıya dönemsel olarak taksam da, albümün en iyisi için adayım Sugar olur. Well worn hand ise, bendeki etki ve tepkisinden ötürü yıl içinde pek fazla dinlememek hayırlısı olur kategorimde yer aldı. 





Ve 2013 içinde daha çok sevdiklerim, daha çok dinlediklerim olsa da benim için bu yılın şarkısı spring offensive'den geldi. Şarkıyı ilk Temmuz'da falan dinledim sanırım. Ufak ufak yer etti bende. Melodi ve vokallerdeki hüznü sevmekle birlikte, klibi kadar depresif hissiyatlar oluşturmuyor şarkı bende. Ve daha ironik olan, özellikle denizde yüzerken dinlemekten pek hoşlandığım bir şarkı...

Şarkının eğlencelisi hafızada yer etmez ama dilerim 2013'ü siz daha güzel şarkılar ile hatırlarsınız. Ve umarım gelecek yıl dinlediğim çoğu şarkı keyifli bir an'la hafızamdaki yerini alır. 

ps. başlık şarkısı Yaşar ve Mazim Değil...

"Some things should be simple, even an end has a start "

$
0
0



Berkun Oya’nın bendeki kıymeti 2013’de katlanarak arttı. Her yazısını hevesle bekledim. Yazıları sayesinde sevmiyorum artık dediğim Cuma günlerine iyi niyetler besledim. Ama işte her güzel şey’in sonu olduğundan, yaratıcı adamı belli bir düzende tutmak da mümkün olmadığından, hepimiz için kritik olan 31 Mayıs sabahında bitti dedi, yazılarına son verdi.

O gün bugündür kaç kere eski yazılarını tekrar açıp okudum bilmiyorum. Gün gelip tekrar yazmaya başlaması en büyük hayalim. Bence olacak ama kusura bakmayın o zamana kadar sizi eskilerle boğmaya devam edeceğim.
Şaka değil, yeni yıla girdiğiniz hissiyatın yılın geneli için de bir temel oluşturduğunu düşünüyorum. Ya da ben her şeyle bir bağlantı kurmaya bayılıyorum.
31 Aralık’a yapılacak en büyük yanlış “o akşam çok eğlenmek zorunda hissetmek”. Nasıl hafta sonu çıkmak artık klişe ise, yeni yılı 31 Aralık gecesi eğlencesi ile kutlamak da fevkalade abes. Milat sizsiniz, eğlenceyi de isterseniz her yerde yaratırsınız.

Yine de içinizde bir sıkıntı oluşursa aşağıdaki yazıyı okuyun. Aslında hepimiz ne kadar da benzeriz diye içinizi rahatlatın ve keyfinize bakın.

" Klasım bitti. 31 Aralık kapıda. Yılbaşı gecesi yaklaşırken hep bir sıkıntı kaplar benim içimi. Daha Temmuz'dan başlar bu durum bazı yıllar. Aslında derdim özel günlerin hepsiyle. Temsil meselesine dönüşür hep bu günler, mutluluğun skoru tutulur. Mahalle baskısının en yakışıklısını hep bu özel günlerden hatırlarım ben. Gönülsüz ve çaresiz, bir smokin giyer ki ruhum, hep küçük gelir, yakası sıkar, hiç yakışmaz, göbeğim taşar, tadım kaçar, gerilirim, yorulurum, tat kaçıracak bir şey yoksa da sıkıntı yok, ben bulurum. Yine öyle oluyor bu günlerde. Hızla yaklaşıyor yılbaşı müşameresi ve ben yan gülmeye başladım çoktan....."


Benim kendi adıma tek isteğim, bir sonraki yeni yılı yurt dışında karşılamak. Onun dışında 2014 yılı içinde gerçekleşmesini istediğim ulvi bir şey var, onun için de pozitif düşüncelerinize talibim.

Size de tavsiyem hayatı fazla ciddiye almayın, bunca yıl yaşadık gördük,  pek de matah bir şey yok geride kalan.

Bu yazıdan çıkartılmayacak  yeni yıl paradoksu; Değişim iyidir ama insan da her şeye alışır...

ps. başlık şarkısı An End Has s Start ile Editors

"sevme kızım yanarsın, diye söylerdi annem"

$
0
0

malumafatrus eski günlerin hatırına magazin figürleri üzerinden ahlak bekçiliği yapıyor...

Gündemimiz malum…Ülkeyi yönetmek için seçilen adamlar tarafından ne hallere getirildiğimizi ağzı açık izliyoruz.

Aslında din, iman’ı bu kadar diline dolayan adamların,  ahlaksızlıklarına değil de,  ahlaksızlıkları ortaya çıktığın vakit bu denli arsız olmasına şaşırıyoruz.

Ülkenin havasından suyundan gelen lanet bir özellikten mütevellit de, politikadan ziyade politikanın magazin bulanmış kısmı ile daha çok ilgileniyoruz. Bu noktada da milyon Euro rüşvet verse de, bir hükümetin her bakanını parmağında oynatsa da, titri Ebru Gündeş’in kocası olmaktan öteye gidemeyecek Rıza Sarraf ekmeğimize güzelce yağ sürüyor.

Hafızam beni yanıltıyorsa düzeltin, Ebru Gündeş pek etliye sütlüye karışmayan karakteri ile bugüne kadar kendisine cephe alınacak bir magazinel durumu mevzu bahis olmadı. Hastalığı ve yaşadıkları sonrasında hayata böyle dimdik tutunması da taraflı tarafsız herkes tarafından saygıyla karşılandı.

Hayatından bir çok adam geçti ve gün geldi bir genç irisi hayatına demir attı. O günden sonra da kendi tırnakları ile bir yere gelen, delikanlı kız Ebru Gündeş’ten zengin koca sahibesi lüks hayat sahibesi Ebru Gündeş’e büyük bir evrim yaşandı. Gözümüze soktukça, zenginin malı züğürdü ufaktan gıcık etti.

Ve sonra bir sabah, küçük yaşını sakalla örtbas etmekten mütevellit sanılan zengin koca,  rüşvetle nefes alan bir altın baronuna dönüşerek hepimizin ağzını açıkta bıraktı.

Yetenekli Bay Reza’nın her gün yeni marifetlerini öğrendik. Rüşvet alan seçilmişler istifa etmek için ayak direrken, magazinden mütevellit rüşvet vereni maaile gündemimize oturttuk.   

İşte tam da o noktadan sonra Ebru Gündeş’in hayatı kamuya resmen maloldu.

Bu olan bitenden haberi var mıydı, biliyorduysa o da kocası kadar suçlu muydu? Hediyelerin kaynağını sormak aklına gelmemiş miydi, peki boşanacak mıydı sorguları kafamızda deli sorular şeklinde dört dönüyordu.

Ve trajik bir şekilde asıl gündemimiz Ebru Gündeş’in O Ses Türkiye’ye katılıp katılmayacağı noktasına kitlendi.  Katılsa da katılmasa da, kazanan ülkenin en şanslı insanı olduğunu düşündüğüm Acun olacaktı ve nitekim öyle de oldu. Yarışmayı izlemeyenler bile acaba ne diyecek, nasıl davranacak diyerek o ses türkiye’yi izledi. Ve muhteşem bir Pr gösterisine tanık oldu.

Senaryolar değişken ama mantığım ve art niyetim, Ebru Gündeş’in bu olan bitenden bihaber olmama ihtimalinin mümkün olmadığını düşünüyor. Bu noktada tek derdi kocasının hapiste olması olan bir kadın, eğer gerçekten üzgünse bir zahmet evinde oturup kocasının aklanmasını beklesin.
TV’ye çıkıp, göz yaşı dökünce bu iş kendini aklamaya dönüyor ki, zaman bence azıcık ar damarı olan insanlar için gerçekten de imaj düşünülecek zaman değil. Adı hayat arkadaşı olan kişinin yanında olmanız bir erdemdir muhakkak. Ama bunu mağdur rolüyle ve kamuoyunu yönlendirici şekilde yaparsanız, herkesin hayatınıza müdahele etmesine de sebep olursunuz. Ve dilin kemiği olmadığı için bu müdahele de o kadar kibar olmaz maalesef.

Ben mesela dün akşam Ebru Gündeş’i gördüğüm anda, tamam dedim Gülben Ergen’in hayatımıza soktuğu beyaz gömlekli şovun 3. versiyonu izliyoruz. Yıllarca emek harcayarak geldiğiniz noktayı kaybetmemek adına, profesyonel destek almanızı anlıyorum da, masumiyetinizi vurguladığınız çocuklarınızı haram para ile büyütmek kutsal annelik ruhunuzu nasıl rahatsız etmiyor işte onu karayamıyorum...

Bu yazıdan çıkartılmayacak netice;

Hadise varoş olduğu kadar da gerizekalı bir musiki sanatçımızdır.

"Hakettiğin içine sinsin"

$
0
0





Merhaba blog, ben hayata geri döndüm.




Uzun zamandır bir ot olarak sürdürdüğüm hayatıma kısmen de olsa veda ettiğim için vasatlığımın hakkını veriyim, o ses Türkiye vizyonumu konuşturayım istedim.

Bu klişeyi yazmazsam hatrım kalır, uzun süredir Tv’de düzenli olarak hiçbir şey izlemiyorum. Benim en iyi dostum radyo eksen. Bir de Kayıp’a özel duygular besledim ama Kanal D’nin yayın politikası sayesinde diziden hiçbir şey anlayamadım.

O Ses Türkiye’yi de uzun süre yan gözle izleyip, çeyrek finalle beraber sürece dahil oldum.  Vasatlığımı kabul ettiğim için, açıkça çemkirme hakkını kendimde buluyorum. Acun Ilıcalı’nın başarılı bir yapımcı olması, dünyadaki en kalas tiplerden biri olduğu gerçeğini yoksaymamıza engel değil sanırım. Programı sadece sunsa, kalaslığına laf etmem ama bütün reklamlarda da bizzat rol alınca insan gerçekten bayıyor sayın okur.  Gel gör ki, adam işini de biliyor. Gökhan Özoğuz’un bunca zaman ekranlarda yer almaması ve bir anda programı alıp götürmesi de Acun’un öngörüsü ve başarısıdır, sezarın hakkını da sezara vermek şart.

Yeterli magazinel doneyi elde edersem Gökhan’ın dini dönüşü üzerine de ayrı bir yazı yazmak isterim ama bugünkü konumuz final adayları.

O Ses Türkiye’nin bundan önceki kazananları bir halt olmadı, bu sefer seçilenin de olmayacağı malumumuz. Yarışmanın amacı en iyi sesi seçmek mi, popstar türü bir yıldız seçmek mi emin değilim. Halk oylaması ile yapılan hiçbir seçimde hedefe ulaşılamayacağı için bugün de bunu sorgulamaya gerek yok. Bu noktada yarışmayı kazanacak Hasan’ının da güzel sesinden ziyade, o naif kişiliği sayesinde seçileceğini düşünüyorum.
Bu yazıyı ise daha çok Abdullah için yazıyorum. Kendisinin geçen haftaki performansını dinleyerek, haftalık bir şeye sarma ritüelimi gerçekleştirmiş oldum.  Kendisinin şarkı söyleyişi ilahi söyler gibi olduğundan mı bilmem “Seni Unutmak İçin Sevmedim”e bir takıldım, pir takıldım. Ama asıl Büklüm Büklüm (şarkı 10 numaradır nazarımda, kim söylese de sevdim sanırım, Ata Demirer dahi) performansı sayesinde yarışmayı kazanamasa da bir şey olsun ve sesini hep dinleyebilelim istedim.

Bir de kendisinin 86’lı oluşunu öğrenip, yaşından ne kadar büyük gösteriyor (çocuğu Ahmet Özhan gibi giydirenler utansın) diye mi şaşırsam herkes benden genç diye mi üzülsem bilemedim.

Günün sonunda Radyo Eksen dinleyip, vasatlığımı törpülemeye çalıştım.

Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;
  • Mehteranların milliyetçi olduğu algısı kendisine önyargı beslememe sebep oluyor, bu nedenle  solcu bıyığı ile milliyetçi bıyığının ayrımı nasıl oluyor biri bana anlatsın rica ediyorum.
  • Bir de herhangi bir tv figüri için iki dakikada oluşan instagram ve twitter hayranlarını görüyor ve kendi ergenliğimde teknoloji bu kadar ileri değildi diye yatıp kalkıp şükrediyorum.
  • Üç gün sonra bu şarkıdan bayıp, klibi kaldırma ihtimalim cepte. 
ps. başlık şarkısı aylık arabesk kotamı bir yazıda tüketiyim diye İrem Derici'den..

"life in balance"

"the take off and landing of everything"

$
0
0



Hayat bayat...okuduğumuz, gördüğümüz, yaşadığımız her şeyin dört bir yanı saçmalık..

Kafayı serin tutmayı becerebilen, kendine umut niyetine bir şeyler bulabilen herkes gerçekten maharetli...

Neyi istedik diye bu mutsuzluk bilmiyorum ama eksik bir şey değil, çok şey var...

Eyvallah-Burak Aksak

Heves biter tortusuyla idare edersin. Yol uzun çünkü, yürümek gerek. Başkasının gösterdiği yoldan, gitmek bile istemediğin bir yere varabilmek adına yürürsün. Kan ter içinde kalırsin. 

Eşzamanlı bitişler güzeldir. kimsenin kimseyi yarı yolda bırakmadığı bir son gibi. Güzel insanlar tanımışsındır. Gülmüş, ağlamış, üzülmüş yorulmuşsundur yol boyu...pişmanlıkların da olmuştur elbet. Hatalarından ders çıkarmış, çıkardığın derslerden bütünlemeye kalmışsındır her seferinde. bir yere ait olmak istersin. Tribüne gidip marşlara eşlik eder, camide safları sıklaştırır, rakı masalarında kadeh kaldırırsın. hiçbiri de dindirmez yalnızlığını. Sensiz de o tribünler inler, saflar sıklaşır, kadehler bir dolar bir boşalır..kimseyi suçlamaya hakkın yok senin. Küfrün de sitemin de kendinedir.. Durma denize doğru yürü şimdi. Uzak değil, bir sigara içimlik mesafededir. Yak sigaranı, eğ başını arkana bile bakmadan ez bütün kaldırım taşlarını. Sakın kafanı kaldırma . Sokakları kirlidir bu şehrin. Televizyonu kirli, futbolu kirli, siyaseti kirlidir. Görme hiçbirini. En yakınına bile güvenmeyip, "hukuka ve adalete güvenim sonsuz" diyen insanların arasından geçip git.Tıka kulaklarını. Ezbere kurulan cümleler hepsi. Duymasan da olur hiçbirini. Kirli beton yığınlarının arasından geçip git. Olsun.  Doğa, bu boktan griliğin intikamını alacaktır nasılsa. Hayallerini mesai saatlerinde harcayanların özgürlüğünü asgari ücrete satanların, üç parça kemik için  boynuna tasma takanların, çıkarları için beş para etmez adamların önünde elpençe divan duranların arasından geçip git...

Takma kafana. Kazanmasını bilmeyen bir adamı, kaybetmekle korkutamazlar. Korkakların, suskunların umudunu geçmişte bırakanların arasından geçip git. Cebini doldurmak için seni kullananların, mülke tapanların, parayı dost sananların arasından geçip git. Deniz kokusu gelmeye başlamıştır..

Amacına ulaştığında yaşarsın en büyük hayalkırıklığını. Ne deniz senin düşündüğün gibidir, ne de o kabullenir seni...

Güzel dergi Ot

Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar

Emrah Serbes'in bu ayki yazısını buraya kopyalatmak yerine, çerçeveletip duvara asmayı tercih ederim. Bizle aynı şeylere üzülen, derdimizi dile döken güzel insanlara da şükranlarımı sunarım...

Azıcık ben; Başarı ile mutluluk arasında ters bir koreleasyon var...Öyle zamanlar var ki, başarılı olmak (kime göre, neye göre) benim için koca bir boşluk ve bir büyük anlamsızlık hissiyatı...

ps. başlık şarkısı Elbow'un Mart'ta çıkacak albümünün adı.

"all of this time i thought we were pretending"

$
0
0



Size bu satırları uzun zaman sonra bir İdo yolculuğundan yazıyorum. Mamafih havada öyle bir sis var ki, yazıyı yayınlama imkanım olur mu tereddütü ile sürekli dışarıyı gözlüyorum.

Uzun zamandır spor, kitap,sağlık iş üzerine iki kelam etmiyorsam, sebebi gündemimin biraz yoldan çıkmasındandır. Okumak ve öğrenmenin yaşı yok diye dahil olduğum bir süreç eksenim oldu, bir süre sonra da benim eksenim kaydı.

Bu ot'laşma süreci henüz sonlanmasa da artık hafta sonlarım benim. Bu sayede biraz kitap okur, iki film izlerim de iş güç sınav dışında iki kelam edebilecek duruma gelirim inşallah.

Ders çalışmakla birlikte yaptığım en düzenli iş son zamanlarda yüzmek.  Su geçirmez mp3 playerım olmasaydı bu düzen olur muydu tartışılır. Kendimce düzene oturttuğum bir işte iki gıdımlık gelişme gösteremem ise olağan yeteneksizliğim ile açıklanabilir.

Kişisel gelişime pek kıymet veren şirketimle, bilinçaltım birleşince insanlara hayatlarındaki en'lere dair sorular soran bir anketör halini aldım. Son dönemdeki favori sorum ise "hayatta en iyi yaptığınız şey?". Artık acımasızlık mı beceriksizlik mi bilemiyorum, henüz kendim adına bir cevap bulabilmiş değilim. Varol dışında bu blogu okuyan birileri kaldıysa, bu soruya cevap verir benim de vizyonumu genişletirseniz sevinirim. Eğer kimse kalmadıysa, Varol'dan başka nicklerle blogda şizofrenik bir kalabalık yaratmasını rica ediyorum.

Bu arada olmaz sanıyordum ama kara köründü, bu nedenle yazıya bir es verip, müsadenizle kaptanı öpücem.

Ayça Sen'e dair twitter sonrası yaşadığım kalbi soğumaya rağmen kendisinin yeni kitabı Hayalet Ağrı'yı aldım. Ve içimden bir ses de bu kitapla aramız yeniden düzelecek diyor...



Anne etkisinden olsa gerek, ıslak saçla sokağa çıkma konusunda hep dikkat eden biriydim. Ama ne olduysa bana bu sene bir isyan hali geldi ve spor sonrası İstanbul'un en rüzgar alan yerinde ıslak kafayla gezmeye başladım. (mutsuz insanlar ihtiyatsız davranır) Bereyle de oldum olası muhabbetim olmadığından tez vakitte sinüzit oldum. Bu sebeple de yine doktorların yüz akı olan şahane bir doktorla tanıştım. Yine de istisnalar kaideyi bozmuyor; kayıtlara geçsin doktorluk müessesine acayip gıcığım, acıbadem hastanesine ise ciddi şekilde düşmanım.

Konuyu çorba yapmışken, bir de yediğim kurumsal golü anlatayım. Ben hayatımdaki tek yatırımı kılık kıyafete yapmışken, kıymetbilen şirketim kıyafet uygulamasında değişikliğe giderek benim gardrobu büyük batırdı. Ekonomiye can vermeyi kendime görev adletsem de, o kıyafetleri yedirtmem, iş hayatıma damüstü saksağan formatıyla devam ederim.

Bir sonraki çorbanın malzemeleri;


  • İbrahim Kutluay ile basketbol nostaljisi.
  • Geçmiş ve fotoğraflar ile yüzleşme.
Ps. Başlık şarkısı simply falling ile iyeoka.

"but there isn't words yet for the comfort i get"

$
0
0

Eskiden saatim kolumda olmadığı zamanlarda kendimi eksik hissederdim, şimdi kolumda olduğunda kendimi kelepçelenmiş hissediyorum. Ve eskiden attığım her adımda kulağımda müzikçalarım olmalı diye düşürken, artık müziksiz de hareket edebiliyorum.

Buna karşın evde olduğum zamanın çoğunu ise müzikle geçiriyorum. Bir de yürüyüş ve yüzme gibi sportif mecralarda kulağımı tūm dūnyaya tıkayıp müziğe açıyorum.

Aynı playlisti kullansam da yüzmek ve yürümekle ayrı ayrı eşleştirdiğim birkaç özel şarkı var ki, onları dinleyince yaptığım şey anlamlı hale geliyor. Özellikle yüzerken spring offensive dinlemek için ek turlar atıyorum.

Aynı gün benim ısrarım olmadan editors ve spring offensive çalmışsa da kendimi şanslı adlediyorum.

Yüzmek yazla ilişkilendirelecek bir spor. Ben de kapalı bir havuzda yüzerken bu gerçeği yoksayıp, kendimi bir yaz sabahı çarşaf gibi bir denizde yüzdüğümü hayal ediyorum. Tuhaf olansa, yüzmekle ilişkilendirdiğim bu iki şarkının yaz ve güneşle ilişkilendirilmeyecek kadar depresif olduğu (bknz. i feel the winter more now satırları)

Psikolojim mi yoksa genetik kodum mu bozuk bilmiyorum ama bilinçaltı tuhaf ve arızalı bir hal..Kızgın kumlardan serin sulara atlayarak adam etmeye çalışıyor, yanlış şarkılarda tedavi arıyoruz...

Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;

Son dönemde let your good heart lead you home, well worn hand'in tahtını sallayama noktasına geldi. Çünkü hala aklım başındaykrn well worn hand'i dinlemekten imtina ediyorum.

Farkettim ki,yürüyüş şarkılarında tercihim daha çok Türkçe şarkılardan yana...bunu da bir başka yazıda mevzubahis ederiz pekala.


"ben senin sokağına ulaşamam, dardayım "

$
0
0


Malumafatruş bezginliğin merkezinde hayatı sorguluyor...

Hayattaki en büyük bağımlılığınız nedir?

Benim telefonum imiş, cuma günü bunu bir güzel tecrübe ettim.

İyi şeyler birdenbire olur, öyle çok bekletmez insanı diyen Oğuz Atay'a inat, şöyle bir hissiyatım var kötü şeyler üstüste gelir ve insanı bir güzel sınar...

İster secret deyin, ister polyannacılık hep şanslı biri olduğumu düşündüm. Ama bazı zamanlarda aksilikler o kadar üstüste geliyor ki, büyük bir uğursuzluğun peşime takıldığı inancına kapılıyorum.

Hayatta en sevmediğim şey belirsizlik değilmiş gibi, 2 haftadır oturduğum evle ilgili benden bağımsız belirsizlikler içindeyim. Apartman sakinleri kentsel olarak dönüşecek mi dönüşmeyecek mi sorunsalında ciddi bir meydan muharebesi veriliyor. Resmi olarak arafta kalmış durumdayız, eğer bir şeyler netleşir de çok kısa bir sürede taşınmak durumunda kalırsak da tez vakitte depresyondayız.

Anlayacağınız kafamda deli sorular. Emlak piyasasının hali malumunuz ki, kendileri üzerine nefretlerimi başka bir yazıda uzun uzun mevzubahis edeceğim.

Bugün konumuz, birden bire elimden uçup giden telefonum. Tam anlamıyla her şey birden bire oldu. Ben şansıma ve daha önceki tecrübelerime dayanarak telefonumun çalışmaya devam edeceğini düşündüm, ama bu sefer fena çuvalladım. Ve kendisine nasıl bağlandıysam o anla birlikte dünyadan soyutlandım.

Bir klasiktir, telefonunuzu bir yerde unutursanız çok aranacağınızı düşünürsünüz ama telefonunuzla yüzleşince pek de merak edilmediğinizi anlarsınız. Benim için de muhtemelen durum pek değişmeyecekti ama yine de haber vermem gereken birileri vardı, işin kötü yanı haber vermem gereken kişilerin numaralarına dair pek fikrim yoktu. 7/24 eğitimde olduğum için, ulaşılabilir olacağım bir telefon veya laptop da olmayınca, insan kendini ciddi ciddi çaresiz hissedip, ben de pekala sudan çıkmış balık gibi kalıyormuş.

İlk iş, kendime bir tamirci bulmaya çalıştım ki, telefon tamirinde ciddi bir kartel olduğundan sayısız tamirciden aynı yüksek tutarı duydum. Kafamda bir model ve fikriyat olmamasına rağmen, telefon olmayınca insanın alarmı bile olmadığı ve benim bir yedek telefonum bile olmadığı için kendime acilen bir telefon almaya karar verdim.

Ama konudan o kadar bihaberdim ki, hangi telefonu almak gerektiğine dair sıfır fikriyattaydım. Iphonesever olmadığım için, kısıtlı erişimimle birkaç bilenden hızlı görüşler aldım.


Bu telefon denen melet pahalı bir şey olduğu için ve teknik destek alabilecek kadar zamanım da olmadığından Turkcell'den kampanya ile alıyım dedim. Ama ne oldu sittin senedir kullandığım hattım annemin üzerine diye işlem yapmadılar. Ben yine bir güzel ortada kaldım. Oha lan bu nasıl bir gün derken, ege'nin yaşlarında bir ufaklık gördüm. Kafası dahil her tarafında yaralar ve bandajlar vardı. O anda gerçek çaresizlik kafama dank etti ve boşverdim. Ve her zaman olan oldu, boşvermişliğin sonundan bir çare çıktı. Ben de bir koca günü telefonsuz geçirince, resmen arındım ve anladım, bir cisme de insana da bağlanmak ciddi bir çaresizlik haliymiş.

Gnün sonunda da AyçaŞen'in Hayalet Ağrı'daki satırlarını okuyup, eksik parçaları birleştirdim. 

"Peki, bu makinenin sahibi ben miydim,yoksa benim sahibim o muydu?

Bütün gün çok hırpalanmıştım. Aslında iyi bir insandım. Bunlar neden başıma gelmişti? Acaba şükretmediğim için mi? 

Şimdiye kadar yaşadığım hayatı neden takdir etmedim diye sinir oldum kendime.

Bir şeylerin değeri neden kötü günlerde belli oluyor ki? Acaba onlar yeterince iyi olmadığı için mi?

Neyse ya, tövbe tövbe."

ps. başlık şarkısı Ahmet Kaya vokalinin yanından bile geçemeyecek Harun Tekin versiyonu ile Beni Vur
ps.2 Fotolar fazla depresif kaçtığı için depresiz yazılar ile başını şişirdiğim blog okuruna açıklamayı borç bilirim;  an itibariyle gayet iyiyim. (umarım yarın başka bir zırva ile karşınıza çıkmam)

" Taze sıkılmış ruhum, bayatlamış bahanelerim"

$
0
0

 
Depresyon nedeni ile kapalıyız...

"drinking is bad, feelings are worse "

$
0
0



Çeşitli şekil ve şarttan, en çok da zorunluluktan ben de kentsel olarak dönüştüm ve yönümü 216'ya çevirdim.

Bundan sonra köprüden önce son çıkışta, Avrupa Yakası'nı özlüyor olacağım...

yasal uyarı; kendimi tanıyorsam, taşınma sonrası ağır depresyon is coming...içi sıkılan ve aklı olan beni okumadan önce bir kez daha düşünsün.

"Biliniyor şarkıların sırası bizde, biliniyor hayat bizden razıdır "

$
0
0
 

Malumafatrus değişiminin tarihini yazıyor...

Şaka değil, şarkı sözü hiç değil her şey birdenbire oldu. Hayatta en sevdiğim şey alıştığım düzenimken, hiç öngörmediğim yepyeni bir düzenin içinde buldum kendimi. Değişime hazırlanmak diye bir şey var mı bilmiyorum ama yine de hiçbir plan yapmadan her şey oldu ve bitti.  Benim gibi sabit düzen sevdalısı bir insanı kendi haline bırakırsanız 20 yıl aynı sokakları arşınlayabilir. Tam da bu sebepten bugüne kadarki tüm taşınmalarım Almanya'dan gelen oğlan sebepli oldu. Ama bu son süreç çok çirkin bir o kadar da hızlı gelişti.

Kentsel dönüşüm uğruna evini yenilemek isteyen bir apartman ahalisi, buna rağmen ben onay vermiyorum siz rahat oldun diyen bir ev sahibi arasında pinpon topuna döndük. Sonunda da bir güzel son dakika golü yiyerek, insanlara halen güvendiğimiz için kendimize de küfrettik.

 
Sonraki süreçteki emlakçı, ev sahibi, inşaatçı muhabbetlerine hiç girmeyeyim, zira aklıma geldikçe halen deli oluyorum. Beddua etmeyi hak görsem de, korkumdan sadece şunu diyebiliyorum bana yaşattıklarının aynısını tecrübe etsinler. Bu gerizekalı insanlarla, ahırdan bozma ev diye gösterilen yerlerle, sahibinden com’la tekrar muhatap olmamak adına da ilk kez ev sahibi olma gerekliliği hissettim. Kötü ev sahibi, beni bile mal sahibi yapabilecek duruma getirdi. Tanıyanlar bilir benim için bu işe niyetlenmem bile büyük devrim. En azından bu evden kovulurken, ev aramak yerine kendi evime çıkmak gibi bir iyi niyet içindeyim, Allah utandırmasın, utandırırsa da bu kiralara bir dur desin.

 
İstanbul ve emlak piyasasının saçma hali üzerine sayısız kitap yazılabilir. Özellikle kentsel dönüşüm nedeniyle, her şey iyice uçmuş durumda. İşte tam da bu sebepten bendeniz bırakmaya niyetim olmayan Avrupa Yakası’nı terk ettim. Aslında illa Anadolu veya Avrupa olsun diye değil, düzgün bir ev bulabilelim diyerek, az zamanda birçok alternatifin içinden tek insan gibi olanı seçtik.


Bu süreçteki en büyük şansım, taşınma işlerinde benim yüzünden uzmanlaşan aile desteğim oldu. Bir de hakkını vermem gerek Anadolu Yakası’nda abonelik işleri Avrupa Yakası’na nazaran çok daha kolay halloldu ve su yolunu buldu.

 

Duygusal etkisi olacak bu tür dönemleri pek sorgulamadan, geçmişe bakmadan geçirmeye çalışıyorum. Aksi halde bu geçiş süreçleri, tam bir çöküş süreci olabilir benim için.

Kaldı ki, ne kadar yüzeysel de geçirsem fiziksel olarak yamulmuş durumdayım. Stres tüm hastalıkların kaynağıdır diyen doktorlara inanmaya fazlasıyla yakınım..

Anadolu Yakası’na karşı önyargım olmayan bir semtte taşındığım için, aslında bir gardım yok. Gelin görün ki, taşınma üzerine konuştuğum herkesin “bir alış bak sonra bırakamayacaksın” önermesine de itinayla gıcık oluyorum (5 yıl Anadolu yakasında yaşadım). Muhtemelen alışır ve severim, konumuz bu da değil zaten. Konumuz gayet memnun olduğum bir düzeni bırakmış olmak.

Nihayetinde alışmak da sevmekten zor geliyor.
 
Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;
 
Herkes her şeyin en iyisini biliyor ve herkesin her şeye dair bir fikri var ya, işte bu beni çok yoruyor sayın okur.
ince ince test ediliyor. Pes edip, koyvermek çok kolay ve akla da yakın olan ama insan bir şekilde devam ediyor. İşte orda yanınızda moral verecek ya da en azından sizi dinleyecek insanların olması pek kritik. Kriz dönemlerinde yok saymak, taşınacağınız gün kurak şehre şakır şakır yağmur yağarken, var bunda da bir hikmet diyebilmek kolay değil ama inanın bana aksi de hiç iyi bir hal değil.

"Bu incecik bir veda havasıdır, incinen bir hayatın yarasıdır"

$
0
0

Angutyus’un bu yazısını Ot Dergi’de Cumartesi günü okumuş, bizim gibilerin duygularına tercüman diye de bir çırpıda bloğa kopyalamıştım. Sonra dedim, belki azıcık umut kırıntısı oluşur Pazar günü, sonuçları görüp öyle yayınlıyım yazıyı. Ben ki kendimce rasyonel kimilerine göre da karamsarımdır, seçim sonuçlarından mucize falan beklemiyordum. Buna rağmen bile şu an hissetiğim tek şey devasal bir hayalkırıklığı.  

Geçmişin ince hastalığı denilen şey günümüzün çaresizlik veya mutsuzluk hali. Ölünür mü bilmiyorum ama süründürdüğü belli.

 CİNNET

Sabah bir uyanıyorum; bir gün dış mihrak oluyorum, bir gün çapulcu. Ertesi gün terörist, akşama bir de bakıyorum maşa olmuşum ve daha onlarca hakaret. Babamdan yemediğim fırçayı yiyorum tanımadığım, bilmediğim kişilerden. İçim sıkılıyor, canım yanıyor. Sokağa çıkıyorum biraz dertleşeyim diye, eşek kadar adam diyor ki "abi bunlar hep dış mihrakların oyunu". "Ulan, el. Arsa araç gönderirken damacanaya hallenen, ördek siken bir ülkeyi dış mihrak ne yapsın?" diyemiyorum. Sonra biraz yürüyorum, taksiye biniyorum, abi diyor "biz Osmanlı torunuyuz. Bizden korkuyorlar". Adamın sıfata, tipe bakıyorum. Bırak İtri'yi, Piri Reis'i, Mimar Sinan'ı bilmez bana Osmanlı'yı anlatıyor. Kafamı sallıyorum, abi diyor "üçüncü köprü var ya. Bir de havaalanı bitirecek Avrupa'yı diyor". Ulan diyeceğim "Alman mühendisler, İsveç iş makinaları ve Avrupa'dan aldığın para ile mi bitireceksin Avrupa'yı?", susuyorum. Soramıyorum, en son ne zaman evine et girdi? Avrupa meraklısı değilim ama o sürünüyor dediğin Avrupalının evinde beslediği köpeğin maması, bakımı, sana ödenen aylık asgari ücret ile kafa kafaya. Biraz sorgula, biraz araştır. Dış mihrakmış, evet ben aile tarafından Fransız'ım zaten. Her gece annem, babam ve ben açıyoruz şarabımızı, kahkahalar içerisinde bu ülkeyi nasıl batırırız diye kafa patlatıyoruz. Manyağız çünkü biz.
Lan benim tek keyfim, iki bira alıp televizyonun karşısında haberleri seyretmekti. Bira alırken hesap ediyorum, bir litre bira, bir litre benzinden pahalı. Zaten televizyona bakmak, kafayı sıyırmadan izlemek büyük bir lüks. Oradan kaçıyorum, orada yakalanıyorum. İnternetin karşısına geçeyim, biraz kafa dağıtayım diyorum. Linç edilen çocukları, tekme yiyen kadınları, çocuk tecavüzcülerine işlemeyen adaleti görüyorum. Sokağa çıkayım biraz kafa dağıtayım diyorum, içim yanıyor; yolların pisliği, insanların cinneti, tekmelenen sokak hayvanlarını görünce. Ulan hadi ben eşek kadar adamım ben sığamıyorum, senin gözüne batıyorum eyvallah, ona da eyvallah da el kadar kedinin sana ne zararı var be kansız, tekme atıyorsun hayvana?
Ben bunları neden anlatıyorum ki? Sanki senin hayatın, kafana taktıkların benden farklı. Yarısı çöl değil ki "lan burada yaşanmaz" diyelim, kaçıp gidelim. Zeki Müren var, kavun var, Safiye Ayla var, beyaz peynir var. İki duble attıktan sonra her tarafı anason kokan hatıralarımız var. Deniz var, göl var, mangal var. Bir sürü güzelliği var. Ayar olduğum, beni çıldırtan konu bu işte. Böyle güzel bir ülkede, cehennem azabı çekmeyi hak edecek hiçbir yanlış yapmadım ben bu yaşıma kadar.
Ne günahım var lan benim?
 

"tostumu yedim bekliyorum"

$
0
0

Sinirlerimizin üzerinden dev bir kamyon geçmiş olmasına rağmen halen olağan hayatlarımıza devam etmeye çalışıyoruz. Ama bünye error veriyor. Her kötü durumu espriye vurmak iyi mi kötü mü doktorlar açıklasın, ben hayat felsefemi bu kadar net ortaya çıkaran bir sloganı bulmuşken, tostumu yiyip yoluma bakacağım.  
 
ps. Bilmeyen genç nesil için; başlıktaki şahane cümle vakti zamanında Çağla Şıkel tarafından Şenol İpek'e mesaj olarak atılmıştı. Ve bence magazin dünyası bundan daha derin ve felsefik mesaj da bulamadı.

"korkma alışırsın başka yollara, başka pusulaya"

$
0
0

Bazen hiç tarzın olmayan kişilerin yazılarına denk gelip, ortak paydanın büyüklüğüne şaşırıyorsun. Bazı yazarları ise seni sana anlatsın diye okuyorsun. 

Doğru düzgün kitap okuyamadığı zamanlarda, bazı köşe yazıları daha da kıymetli oluyor.

Elif Key ve Elif Türkölmez; dilleri de kendileri gibi arkadaş olan iki yazar...

ve bu da ismi elif olan  yazarların içime dokunan kıymetli yazılarından vol 482;




İnsanlar bisküvilere benziyor. Hatta bir dakika, insanlar tıpkı birer bisküvi. Mesela, onlar gibi çayın içine düşüp parçalanabiliyorlar. Kaşının ucunda tatlıca bir beni olan şu kahverengi kazaklı kadın mesela… Karşısında oturan kızıl sakallı adamın bir lafıyla, adeta bir parça pötibörmüşçesine bardağın içine doğru eriyiverdi.


Hepimiz gördük. Kadın kendini diklemesine ikiye böldü önce. İlk parçasını alıp soktu dumanı tüten çaya. Sonra içerdeki koluyla dışarda kalan parçasını da aldı. Bardağın içinde öylece süzüldü bir süre. Sonra lapalaşıp blop blop diye dibe çöktü. Saçları, görseniz, denizin dibindeki azman yosunlar gibi, dalga dalga…



Bakakaldık. Pötibör kadın, çay bardağının dibine çöktüğünde mutlu görünüyordu. Orası da bu arada, ne güzel bir yere benziyor. Çayın dibi yani… İnsana; yıldızsız, kapkara göklerin altında uyuyan ve karamsar bir ilkokul 3 tarafından çamura çevrilmiş suluboya sularına benzeyen göllere şlop diye balıklama dalmayı hatırlatıyor. Yosunların tatlı tatlı gıdıklayışını, az sonra ayağımıza ne değeceğini bilmemenin korkunç zevkiyle daha da dibe batmayı…


Bence çıkmayın oradan benli kadın. Çayın dibinde yaşayın. Şeker kalıntıları ve çay yaprakları içinde, mesela Régina Deforges okuyun. O adam da sakallarını yolsun, ah desin, fazla tuttum, parçaladım, ah... Der mi? Demez herhalde. Çünkü o sizin gibi bir pötibör değil. Ve siz orada Deforges okurken, o kahvesinden sinir bozucu küçüklükte yudumlar almaya devam ediyor. Bence kahveden yudum 
almanın bir standardı olmalı. Ondan az ya da çok alana bir daha kahve vermemeli. 

Siz küçükken tam bir piknik bisküviydiniz, kesin. Beslenme dersinde, üzerindeki yumurta sarısı soğuyup kabuklaşmış, sönük ve sade poğaçalardan yer, poğaçanız bitince pembe elbezi tasından çıkardığınız sabunlu bezle ellerinizi siler, sonra da ders bitene kadar sessizce yerinizde otururdunuz. Tek bir poğaçadan oluşan öğününüz kısa sürerdi. Belki yanında bir de vişne suyu olsaydı…

Siz yaşlanıp mevlitlere giden bir teyze olsaydınız, tansiyon hapınızı içerken su isteyemez, ayranınızla hallederdiniz. Kimsenin kalkıp “Sabriye Teyze, dur su getireyim” demediği Sabriye Teyzeler gibi, mevlit okunurken duygulanır, piknik bisküvinin arkasındaki sağa sola yatık çizgiler gibi sallanır dururdunuz.

İnsanlar bisküvilere benziyor. Ortasındaki kaymaklar, oh bir güzel sıyırıldıktan sonra geriye kalan parçaları çöpe sallanıyor. Susamlı bisküvi gibi, bazen ne tadı ne tuzu oluyor. Kedidili gibi, ihtiyaç duyulmadıkça aranıp sorulmuyor. Finger gibi tek başına kalınca manasızlaşıyor, illa süt, illa bir koca bardak süt istiyor. Aydede bisküvi gibi nasıl özleniyor… Onu bir daha hiçbir zaman göremeyeceğini biliyorsun, burnunun kökü sızlıyor. Şeker gibi insanlar ölüp gidiyor, üzeri şekerli basit bir bisküvi bazen geçmişi her şeyden daha kuvvetli hatırlatıyor.

İnsanlar aynen bisküvileri andırıyor. Kırılıyor, bayatlıyor, ufalanıyor, dağılıyor, dökülüyor. 

Gallerli sanatçı Nathan Wyburn bisküvi kırıntılarından portreler yapıyormuş. Çoğunlukla ünlülerin portrelerini… Prensler, şarkıcılar, oyuncular falan var içlerinde. Kendisi bilir tabii ama ben olsam iki paket pötibör bisküvi alır, pasta yapardım. Önce çikolatalı pudingi pişirip bisküvileri içine batırır, sonra onları domino misali sırt sırta dizer, kalanı üzerlerinden döker, buzdolabında soğutup dilimlerdim. 

Çocuklar çok sever. Limonatasız yenmez. Bir de, sanatsa ayrıca mesele, hiçbir prensin portresi, Çokoprens’le boy ölçüşemez.


Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar; 

  • Kendime bir biskuvi türü seçecek olsam, tercihim hiç düşünmeden Petibör çiftekavrulmuş olurdu. 
  • ElifKey blogunu sessizce sanal alemden çekip çıkarttı ve ben durup durup eski yazılarını okuyamadığım için çok üzülüyorum sevgili blog.
  • Yazmayı bıraktı, artık sadece oyunları ile idare ederim dediğim Berkun Oya'nın Krek'i de Santral İstanbul'u terkediyormuş. Uzun zamandır eski ruhu zaten yoktu ama Krek de gittiğine göre Santral'ın ölüm fermanı için son imza da atılmış oldu. İstanbul için rüya gibi olabilecek bir kampüs üniversite yönetimi ve hükümetin takdire şayan performansıyla mahvedildi ve biz yine bir şey yapamadık
Başlık şarkısı; ayrı bir yazı konusu olacak olan Ceylan Ertem ve Bu Kaçıncı Yarın

"yarın olacak gittiğimden beri kaçıncı yarın"

$
0
0

Daha bir ay bile olmasa da sevmeye başladım buraları...Aklımın bir yerlerinde "yabancılık" hali olsa da, baharla beraber her gün yeni bir yönünü keşfettiğim bu semte mutluyum...

Ve bu ev sayesinde yeniden Gilmore Girls izleyebiliyorum ki en çok da bu sebepten derin duygular besliyorum yeni evime.

İnsanlık için dolaylı benim için direkt mutluluk etkisi...(bir diğer mutluluk vesilesi Suits de bilahere övülecek)

Bu yazıdan çıkartılmayacak müzikal sonuç; 

Ceylan Ertem'in Bu Kaçıncı Yarın'ı benim alışma sürecimin marşı oldu. Eski ergen günlerime ithafen sözlerinden bir kupleyi de buraya aktarayım ki, ayrılık şarkısını taşınma/alışma ile ilişkilendirmeme hak verilsin.

Alışırsın Bu Kokulara,
Korkma alışırsın başka yollara, başka pusulaya
Çabalıyorsun güneşin yardımıyla,
Çabalıyorsun ayın nehre vurmasıyla
Çabalıyorsun yalanlarıyla gölgelerin
Zaman ilaç mıdır yoksa kalbini yavaş yaran yoran bir bıçak mıdır?

malumafatrus Stars Hallow'u bulamadığı için, yaşamayı tercih ettiği Anadolu yakasından bildirdi.

"Aşkımızın üstü tozlanmış, örtsek bir çarşafla"

$
0
0


Asabiyet güncesi;

Anadolu yakası'na taşındığımı öğrenen ve benim işimin gezmek/bilmek olduğunu bilmeyenlerin bana kendince yeni bir yer önermesi ve benim olgunluğum nedeni ile artık bunlara “ilk defa duyuyormuş” gibi tepki vermem,  asaletimden değil, bezginliğimdendir. En son zamane kahvesi diye bir yer var, çok seversin diyen oldu. Ben de ne yapayım, ben hevesimi alalı 3 yıl oldu demek yerine, aa evet biliyorum, oraya da uğrarım birara dedim. (Bu süreçteki en büyük istisnam da kuşburnu komşum. Mahallemize dair her şeyi itinayla kusburnu ve ayheyt’e danışıyorum. Kendileri ailecek analitik olduklarından hiçbir sorum da cevapsız kalmıyor maşallah. )

Son zamanda hem iş hem bu mekan olaylarında, senin gittiğin yollardan ben dönüyorum hissiyatını o kadar derinden hissediyorum ki, bu da beni huysuz bir ihtiyar olmaya çok yakınlaştırıyor..


Her köşede biten şablon restorancılığa gıcık olsam da, feri sayesinde, gidip gördüğüm Anadoluhisarı big chefs’i çok beğendim. Kuytu da kalmasını istemekle birlikte, hisarda karnımı güzelce doyurabileceğim bir mekanın açılmasından da gayet memnunum. Zira bilmeyenler olabilir benim için Anadolu yakası aslında cadde tarafından ziyade, boğaz hattıdır.

Her gün prime time’da metrobüs kullansam, kesin kafayı yerdim. Hız ve trafik anlamında büyük rahatlık sağlasa da, her yolculuk büyük bir insanlık mücadelesi. Hafta sonu kullanımlarında bile insanlar birbirini eziyor ama biz yine de İstanbul için metropol, refah seviyesi gibi kelimeler kullanabiliyoruz da, insan gerçekten hayret ediyor.  Daha geçen gün, gözümün önünde bir adam kapıya sıkıştı, kapı açılmadı, kolu kapıda kaldı, otobüs hareket etti ve ben bir yerden sonra gözlerimi bu gerçekliğe kapayıp, sadece bağırdımJ

Yine bir Türkçe pop şarkının esiri oldum. Bir hevestir, geçer diye daha sonra pişman olacağım link paylaşımlarında bulunmuyorum ama şunu itiraf edebilirim Pazar gününden itibaren 300 kez kesin dinledim. Tam da bu sebepten Türkçe pop olayını çekirdek çitlemek ile eşdeğer tutuyorum. Paket açıldı mı, bitmeden insana huzur yok, beyninde sürekli aynı melodi dolanıyor. Bu noktada bir şarkı dinlemekten fiziksel olarak kusacak ilk insan olmaya da adaylığımı koyuyorum.

Çemkirmelerim burada bitmiyor, daha bunun iş halleri var…

Pek yakında, yine bu sinemada.
 

"Dedim ya, hiç yoktan susturuldu şarkımız"

$
0
0


Ortaya karışık OT dergi Mayıs spoiler'ı.

Gök yüzlü çocuk dilek ağacını bulsa masal olacaktı. Bulamadı hayat oldu. Bu dünya çocukların büyük umutları için fazla küçük bir yer. Bu dünya küçük mutluluklara bile tahammül edemeyecek kadar çirkin bir yer. Bu dünyada masal kahramanlarına yer yok.

Bu dünyada çocuklar, çok fazla büyükler....

Burak Aksak

Yarım bırakmak bazen iyidir...
Her tamamlanmış şey
"Acaba"çengeli sayesinde hoş bir olasılık olarak
sulhe sebep duruyor
Hayatla aramda

Başak Buğday

Ülke cinnet geçiriyor, olanlara, bitenlere, yaşadıklarımıza inanamıyor; bize yapılan eziyetlere, zulümlere isyan ediyoruz. Kadınlarımızı taciz ediyorlar,çocuklarımız kuytularda linç ediliyor, işinde gücünde insanlar şiddet görüyor. Kimisinin kafasını kırıyorlar, kimisinin gözünü çıkarıyorlar. Dehşet içinde olanları anlamaya çalışıyoruz. "Biz neden böyle olduk" diye kendimize soruyoruz.

Kafanıza fazla takmayın,ülkeye ve bize bir bok olduğu yok. Eskiden haberimiz olmuyordu, duymuyorduk, görmüyorduk, görmek istemiyorduk sadece. Hep bir kahraman bekledik, her bir lider bekledik bizi kurtaracak, elimizden tutacak..."Adam olmaz bu ülke" diye söylendik sadece..

Angutyus

Bazı acıların çünkü, cümlesi olmaz. Sözlükler, kimi manaların yükünü kaldıramaz...

Nermin Yıldırım



Hiçbir şey üretmeyip, üretilen hiçbir şeyi beğenmeyerek kariyer yapan mutsuz ukalalardan olup çıkmıştım. (Ne kadar da tanıdık bir his)

Hakan Bıçakcı

Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar,


  • Açık yara'm sakin'in 2. Albüm demoları soundcloud'da yayınlandı. Hem çok sevdim hem çok üzüldüm.
  • Ben ki, kurtlu kuyu gibi eski bir şarkıdan bu sayede haberdar oldum. Ve böylesi bir acının, bu kadar naifçe dile getirilmesine şapka çıkardım. Milletin oasis birleşecek diye heyecanlandığı vakitlerde ben -ilk sefer gibi olamayacağını bilsem de- keşke sakin birleşsin diye içimden geçiriyordum. Müzik vizyonumu varın siz hesaplayın.
  • Milli irade tecellisi; ben ve klostrofobim marmaray'a karşı derin duygular besliyoruz. Güvenli olduğunu düşünmemekle birlikte, sağladığı kolaylığı yoksayamam. Yenikapı çıkışından Ido iskelesine 7-8 dakikalık bir yürüyüş mesafesi olması, seyahat edecekler adına saçmalık olsa da, hissiyatımın o bağlantıyı da bir şekilde yapacakları yönünde.
  • Ve denizotobüsü,marmaray, yüzmeydi derken başıma bir şey gelirse sanırım su'dan gelecek bu gerçekliği de risk kabulü olarak alıyorum..



Viewing all 213 articles
Browse latest View live