Quantcast
Channel: "writing to reach you"
Viewing all 213 articles
Browse latest View live

"unuttuğum tüm şeyler hepsi ayrı bir ağrı gibi"

$
0
0


Uzun zamandır Cuma günlerini sevmiyorum. 10 Cuma akşamını bir Perşembe akşamına değişmem. Yatılı okuldan eve gitmek demek, özgürlük demek olan lise günlerinden bu yana ne değişti de Cuma anlamını kaybetti bilmiyorum , bildiğim tek şey 2 aydır Cuma sabahlarımın biraz da olsa keyifli hale geldiği.

Her hafta bir vesileyle söylesem de, tekrarlamaktan rahatsızlık duymuyorum, Berkun Oya yazısı okuyacak olmak güzelleştiriyor Cuma sabahlarımı. Ne mutlu ki, o da pek boşa çıkartmıyor umutlarımı. (geçen haftaki yazısından bir şey anlamamış olsam da)

Bu sebeple inatla bloga kopyalıyorum yazılarını. Kopyalamakta Radikal sağolsun yazıyı yeniden yazarak mümkün oluyor...

Dün yazdığım yazıyı bugün yazsaydım “Tabi herkes kendi meşrebinde yaşıyordur bu durumları ama sözleri farklı, bestesi aynı şarkılarız muhtemelen.” Cümlesini bir yerlere iliştirirdim. Ama bir de ” Yaşanılanlar aynı olsa da hissettiklerim farklı diyorsanız, kaç kişi aynı kitabı okuyor, aynı filme ağlıyor, aynı şarkıları seviyor bilmem farkında mısınız derim. “ satırlarımın orjinalliğine gölge düşecekti. Sadece Cuma günü yazı yayınlamak gibi bir zorunluluğum olmadığı için orjinalliğim bende kaldı.

Yazının bir kısmı burada ama siz Radikal’in kendi sayfasından da okuyun ki, Berkun Oya’nın okunulabilirliği artsın. Ve çok okunmak da daha çok yazmasına sebep olsun ki, bize bizi anlatmaya devam etsin.


“Kötü bir son, sonsuz bir umutsuzluktan iyidir”.

Ashgar Farhadi’nin bir filminde duydum bu cümleyi. Geçen hafta. Duyduğum andan itibaren ara ara aklıma geliyor.

Bu cümleyi düşünüyorum ve hayatımdaki karşılığını. Ne çok kez kötü sonların keskinacısına katlanmaktansa sonsuz umutsuzlukların afyonuyla uyuştuğumu düşünüyorum. Tercihlerimin samimiyetsizliğini şahane kahkahalarla ne şahane örttüğümü. Gerçeği, sevdiklerimin yanaklarına ıslak ve dürüst tokatlar gibi şaplatmaktansa onları sonsuz belirsizliklere terk ettiğim zamanları düşünüyorum ve bunun adını nasıl “vicdan” koyduğumu.

Değişen duygularımın yarattığı yeni ruh halini gizledim, sevilen notaya basmaya devam ettim, kimsenin eğlencesini bozmak istemedim, vicdansızlık olurdu bu. Sadece başkalarına duydukları hayranlıktan beslenen insanlara, o yolun sonunda bir gün aynı başkalarına duyacakları nefretten başka bir şey olmadığını söylemedim. Bıraktım beklesinler, onları aç bırakan ben olmak istedim. Vicdansızlık olurdu bu. Daha bir sürü örnek var. Daha nice vicdan baklavası, onları oyala, kendini kandır, acıysa gerçek, şerbetse daldır.

Yıllar koşarak geçiyor önümüzden. Zaman, askıdan düşen gömlek. Hep de böyle yapmadım tabii, bana da biraz ayıp ediyorum biraz ama günlerdir sanki macunla dolmuş sinüslerim ve acıyla sızlayan kemiklerim, yaptığın zamanları düşündürtüyor bana sadece.

Muhtemelen yalnız değilimdir, o yüzden yazıyorum galiba bunları, okudukça birilerinin düğmelerine basıyordur belki. Tabi herkes kendi meşrebinde yaşıyordur bu durumları ama sözleri farklı, bestesi aynı şarkılarız muhtemelen. Suçluluk duygusu, kimseleri üzmemek arzusu, “sen ağlama, kıyamam”’lar falan hep en tilki esnafın akşam tezgahları.

Asıl suç, suçlu hissetmektir zaten çoğu zaman ve biz suçlu hissederek gizleriz bu suçu, kendini yutan kara deliktir suçluluk duygusu. Bir insana kıymak da illa şakağına silah dayayıp tetiği çekmekle olmuyor, gerçeğin, sevdiği biri tarafından insandan gizlenmesi de bir tür cinayet. Üstelik gerçek, kendinden kaçanı en gülünç durumlara düşürüyor her zaman. Bir gün geliyor, gerçekten kaçanlar , tutmayan dizilerin çakma jönleri gibi kalıyor ortada.
...
En zayıf zamanımda yakaladı beni bu cümle: “Kötü bir son, sonsuz bir umutsuzluktan iyidir.” Biri kutu antibiyotik yuttum geçen hafta, sinüslerim hala açılmıyor. Bir cümle duydum geçen hafta, içimde kapılar kapanıyor.

ps. başlık şarkısı Büyük Ev Ablukada ve Evren Bozması

ps.2 Varol Döken'in Berkun Oya'ya halen çemkirmemesinden siz de benim kadar tedirgin misiniz sayın okur? 

"ya bırak beni burada ya hapset hayatına"

$
0
0

 Mor ve de ötesi..

Mor ve Ötesi şarkıları ile hissiyatlı bir münasebetim var. Geçmişten bugüne etrafımda mor ve ötesi seven azalsa da, halen hevesle yeni şarkılarını dinleyip üstüne bir de Doğan Duru’nun sesi ile Harun Tekin’in sesini kıyaslayabilecek (hangisi daha iyi) müzikal değerlendirmesi yapan bir müzikal vizyonum var.

Politik açıdan Kerem Kabadayı ile Harun Tekin’in farklı görüşlerini sert bir şekilde dile getirmesini de, kendi yaptıkları konumlandırmayı gülünç duruma düşerecek şekilde Fanta Festivali’ne (Rock'n Coke'a katılmazken)katılmalarını da ve 29 Ekim’de İzmir’de Cumhuriyet konseri vermelerini de olağan tutarsızlıkları olarak değerlendirip, kendileri ile müzikal olarak ilgilenmeyi tercih ediyorum.

Üniversiteli ruhuma denk geldiği için içinden her şarkıyı tek tek sayabileceğim albüm sanırım Dünya Yalan Söylüyor’dur. Bir DerDim Var ve Cambaz sayesinde çoğu kişi için de sanırım böyle. Geriye dönüp albüm değerlendirmesi yapınca her albümden birkaç pek sevdiğim şarkı sayabilecek olsam da, genel popülarite olarak Masumiyetin Ziyan Olmaz’ın değeri bilinmeyen albümleri sayarım. Özellikle Araf’ı (yerimi bilmem, bilmem ne taraftayım. sesimi duymam, ne zamandır araftayım nakaratı ile) tek geçerim.

Çoğu şarkıyı bir önceki albümdeki başka şarkı ile benzetebilmeyi de kendilerini tekrar etmekten ziyade, bir tarzları olmasına veriyorum. Yine de bir “mor ve ötesi albümü” şablonu var ki, bu noktada Oyunbozan benim nazarımda Cambaz ile Bir Derdim Var’ın karışımı gibi bir popülarite elde edebilir. Yeni albüme dair hissiyatlarımı Aralık sonunda buralara not düşmüştüm. Bir Redd albümü gibi 5 yıl sonra dinlediğim de, “vay be bu da ne güzel şarkıymış” diyeceğimi düşünmesem de, sevdim Güneşi Beklerken’i. En sevdiğim şarkı Son Sabah’ta “rüyadan güzelse bu aşktır” türünden bir arabesk laf olsa da sevdim.

Sevgim sıradanlığa dönüşmeden, Redd’den başka konser de izlemiş olurum hem diyerek Ghetto konserlerini ajandama not ettim. Beni tanıyanlar, Cuma akşamı 22.45 kapı açılış saati olan bir konsere gitmeyi düşünmemim ne kadar iddialı olduğunu bilir, ben de vazgeçmek yok diyerek kendime gazı vererek, mental olarak kendimi konsere hazırladım. ( bu aralar gündemimde olan pozitif düşünmenin güzelliklerini bilahere yazacağım)

Bir gün öncesinde bahar havası olan İstanbul ‘da Cuma yağmur ve trafikle birlikte gelmiş olmasına, enerjimin büyük çoğunluğu yolda bitmiş olmasına rağmen arkadaşlarla yenilen bir yemek sayesinde konser saati için zaman tutmama gerek kalmadı. Bırakın konser saatini beklemeyi konsere geç kalma noktasına bile geldik ki, kendimizi kandırmıyorsak biz Ghetto’ya girerken henüz ilk şarkılarını çalıyorlardı.

İlk şarkı olarak Son Deneme’nin seçimi ne kadar güzelse, konser alanının kalabalığı da bir o kadar kötüydü. Sanırım benim etrafımdaki mVO sevenleri azaldıkça, başka bir yerlerde onları sevenleri artmıştı, bu sebeple de üniversitelerin sömester döneminde olan bir vakit için gayet kalabalık bir kitle vardı.

Zor bela konserin en rahat izlenebilecek yerine ulaştığımız için insandan, konser kitlesinin yaş ortalaması bana yakın olduğu için ergenlerden nefret etmeden bir konser geçirdim diyebilirim. Taksim mekanlarındaki etkinlikleri halen bar konseri şeklinde değerlendirecek kadar sığ olduğum için, 55 TL olan konser biletini yüksek (üniversiteliler bundan da gelmemiş olabilir), konser süresini ise az buldum.


Playlist, Güneşi Beklerken ve Dünya Yalan Söylüyor arasında serpiştirilmiş Büyük Düşler ve Masumiyet’in Ziyan Olmaz şarkılarından oluşuyordu. Burak Güven’den Sonu Belli ve Onno Tunç albümünde çaldıkları 1945’i söyleseydiler, playlisti öve öve bitiremezdim, şimdi pek yorumda bulunamıyorum. Ben ki yeni albümü ezbere almış bir insanım, daha mesafeli olanlara bu anlamda konser sıkıcı gelmesin diye dengeyi kurduk diyebilirler muhtemelen. Ben yine de daha iyi şarkılar seçilebileceğinden taraftarım niyeyse. Bir şarkı popüler olmanızda gereğinden fazla rol oynuyorsa, üstüne ne albümler yaparsanız yapın o şarkının ötesine gidemiyorsunuz. Bu noktada konser kitlesinin beklentilerini Bir Derdim Var ile karşılayıp, Cambaz’lı söylemeyerek de yoksaydıkları için kendi içinde bir denge tutturduklarını sanıyorum.

Konsere ara verilmemesini çok takdir etsem de, konser bitiyormuş gibi yapıp sonrasında onca şarkı söylemelerini ve bu şekilde gerçek bis’in ikincil bis gibi olmasını da pek anlayabilmiş değilim.

Vizyonum Redd konserleri ile sınırlı olduğundan, Garage’ın atmosferini Ghetto’dan daha sevdiğimi de galiba söyleyebilirim. Bunun dışında bir rocker’ın “kalbinize sağlık” türünden beyanatlarını da abesle iştigal görüyorum. Harun Tekin, popüler rockçı olmaktan öte antipatik rockçuya geçiş yapıyor nazarımda.

Neticeye gelirsek, keyifli bir akşam geçirdim ama mVO’yu yeniden canlı dinlemek isteyene kadar kendime epey bir süre veririm.


Mvo'dan bağımsız olarak da şunu sormak isterim; iyi olan şeylerin artan popülarite ile birlikte güzelliğini yetirmesini, alkışı korumak adına çıktıkları yoldan sapmalarına biz izleyenler olarak nasıl engel olacağız?


Bu yazıdan çıkartılmayacak fiziksel görüşler;
  • Harun Tekin saç mı ektirmiş?
  • Gömlek kravatlı rocker imajının modası geçmedi mi? 
  • Burak Güven’in saç uzatma girişimi tez vakitte sona erer mi?
ps. başlık şarkısı Yağmur Teşekkür ile konser sahipleri

"boşluğun tanıdık sessizliği ne acayip"

$
0
0

Yoksa malumafatrus bir kültür böceği mi oluyordu?
Pek tarzım olmasa da bir konser yazısının akabinde bir başka etkinlik olarak tiyatro yazısı ile karşınızdayım.
Blogdaki etkinlik istatistiklerinden de anlaşılacağı üzere, yılda izlediğim tiyatro oyunu üçü geçmez.
Daha önceden planlanmış oyunlarım olmasaydı dün akşamki oyun sonrasında da 2013’ü de 2 adet oyunla kapatabilirdim. Neyseki pozitif ve deneyselim ama bazı zamanlarda da bildiğin cahilim.
İş hayatında oyunlar üzerine fikir alışverişinde bulunduğumuz birinin (kusburnu değil, kusburnuyla da değil) önerisi ile yine hiç okumadan etmeden Özgü Namal ile Selen Uçar’ın oyunu Kuçu Kuçu’ya bilet alarak “klasik tiyatro’dan” neden nefret ettiğimi hatırladım.
Öncelikle küçük salondan da şikayet ediyorum ama büyük nikah salonu gibi tiyatro salonları beni ziyadesiyle geriyor sayın okur.
Bir de tiyatro klişesinde zihinimde canlanan 60 yaş üstü tiyatroya gelen şık kitle var ki, onlar da beni ortamdan yabancılaştıran önemli bir unsur.
Bu kapsamda, Trump Towers’ın içindeki tiyatroda bilmem kaç kişilik salonda izlediğim Kuçu Kuçu oyunu için pek güzel yorumlar yapamayacağım. Ama asıl suç oyunda ve mekanda değil, bende. İnsan hiç ismi kuçu kuçu olan oyuna sartsız koşulsuz gider mi? Bir sorgulasana, nedir olayın köpekle bağlantısı diye.
Şaka bir yana birkaç şey okumuştum ama oyunun gerçekten “kuçu kuçu” meftumu ile bu kadar ilişkilendirileceğini düşünmemiştim.

Daha fazla detay vermeden oyunda Özgü Namal ve Selen Uçar’ın olduğunu, ikisinin de oyunculuklarına kötü anlamda bir şey diyemeyeceğimi ama oyunu götürenin Selen Uçar olduğunu belirteyim.
Konunun ise derine inmek istendiğinde bazı mesajlar verdiğini gelin görün ki beni hiç etkilemediğini belirteyim.
Ne mutlu ki, oyunda ara yok ve yaklaşık 75 dakika.
Özgü Namal, sahnede iyice ufak tefek kalmakla birlikte bana göre pek güzel.
Oyunun başında Melda karakterinin sorduğu “sonradan sevmek, sevmek midir” sorusunu, oyunun sorgusu olarak sizinle paylaşır, büyük bir tedirginlikle diğer yeni tiyatral maceralara koşarım...
Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;
  • Oyuna dair önyargı olmasından ziyade tespit olarak, oyun esnasında 5-6 kişinin de çıktığını not düşmeliyim.  
  • Kocaman salonda hem de ortalarda otururken, sıkıntıdan patlasam da sanırım çıkamazdım, bu derece de sanata saygılıyım.  
  • Daha da kötüsü, bu oyunu öneren kişinin önerisi ile başka bir oyuna da gideceğim. Herkes ikinci bir şansı hakeder diye ya kendimi ya da tiyatroları yakıcam. Ve bundan sonra çok sağlam bir referans olmadıkça klişe tiyatro ve salonlarından uzak duracağım.
ps. başlık şarkısı Büyük Ev Ablukada ve Nasıl İstediysen Öyle

"takıl yani takmıyo belli"

$
0
0

Sevmek ve sevgiyi gösterebilmeyi bilmek adına...

Yıllardır yazıyorum, ara sıra çok değiştim diye heyecanlansam da bazı şeyler benim tarafımda hep aynı; 14 Şubat’ı da 14 Şubat’ı kutlayanları da abesle iştigal buluyorum. İşin acı olan kısmı da, belirli bir okumuşluk (özel gün=kampanya vesilesi ) ve imkan dahilindeki çoğu kişinin de bu kutlama işini abes bulduğunu sanıyorum.

Gelin görün ki olay farkındalıktan ziyade inanma işi sayın okur. 14 Şubat gelmeden bu yazıyı yazıyorum ki, sonrasında daha acımasız fikriyatlarımı ortaya saçmayayım. 

Aslında 14 Şubat da bir nevi din gibi, inanmak isteyenin inandığı, inancını da kendine göre yaşadığı bir hal. Nasıl ki Din’in bazı normları olsa da, müritleri bunu farklı yorumluyabiliyor, 14 Şubat’ta da hadise pek farklı değil. Sadece burada para harcamak öncelikli ibadet. 

Biz kadınlar romantizm seviyor, beklenememesi gereken bir şey olsa da süpriz bekliyoruz.  Aslında ikili ilişkilerdeki en büyük süpriz, sizin bula bula kendinize en zıt karakteri bulup sevmeniz, sonrasında da ondan kendiniz gibi olmasını beklemeniz. İnanın bana dünyada epey bir kadın, erkek olsaydım şahane bir sevgili olurdum diye düşünüp, kendine yapılmasını istediği süprizleri kafasında planlıyor ama sonra bir kırmıza güle de razı oluyor. Bulduğu ile yetinmek pekala muhteşem bir özellik ama işte hayat bir çok kadını, daha fazlasını istemek üzerine kurgulamış.

Ve bu noktada 14 Şubat’ta bu beklentiler zirveyi görürken, erkekleri de zorlu ve büyük bir sınav bekliyor. Kendimden biliyorum çift olarak 14 Şubat diye bir gündemi olmayan epeyce insan var. Gelin görün ki, 14 Şubat lobisinin yanında onlar bir hiç ve o gün yaptığınız her şeyin amacı belli, sevgililik müessesini tüm dünya ile birlikte kutlamak.  Hem bir sevgiliniz var ise, 14 Şubat’ı kutlamamak da ne oluyormuş kuzum? En azından romantik bir yemek yemelisiniz...

Yıllar önce, olağan kokoşluğumda gittiğim işte “ay ne kadar güzel olmuşsun, sevgililer gününe özel mi diyen bir hemcinsim sayesinde” , 14 Şubat’ta giyeceğim kılık ve kıyafete dikkat etmek gibi; marketler bile 14 Şubat promosyonu yaparken her taraf kalp ve kırmızı iken, etkinlikten kaçınmak gibi de  ekstra bir çabam var. 

Ben bu derece antipati duyarken, birilerinin klişe veya orjinal farketmez romantizm peşinde koşmasını da haliyle anlayamıyorum. Asıl anlayamadıklarım ise hemcinslerim. Yılbaşı, doğumgünü, yıldönümü derken yılın geriye kalan 360 günü olağan romantizmde olan bir sevgiliden, 1 günde ve aniden muhteşem romantik olmasını beklemek niye gerçekten çözemiyorum. Kadınları geçtim, çift olarak sevgililer gününde ne kutlanılıyor bunu da çözemiyorum.  Sevdiğin sevmediği, tanıdığı tanımadığı büyük bir kalabalıkla aynı derin duyguları beslemeye sevgilileri  iten sebep nedir ve bu günün toplu nikahtan (tek taşlar’da kapmanya varken ve sevgililer gününde evlenme teklif etmek büyük orjinallikmiş gibi büyük bir yanilmayken ) ne farkı vardır bunu da Hıncal Uluç ruhunu savunanlar açıklasın istiyorum.

Anlayacağınız 14 Şubat sevgilisi olanlara dert olurken, sevgilisi olmayanlar için de gereksiz gerginlik vesilesi oluyor..Yani nihayetinde 14 Şubat dediğiniz hadise nerden baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça..

Gene de kutlamayı tercih edenler olacaktır, onlara kalp dolu akvaryumunda başarılar diler, hemcins  kezbanlığınının da gün gelip son bulacagini sonu gelmeyen iyimserliğimle dilerim.

Bu yazıdan çıkartılmayacak hediye notları;

  • Yeni işini kutlamak pahasına bile olsa erkeklere çiçek göndermek  bence çok gay işi. 
  • Dünyanın en kötü veya en bayat meyvelerini çikolataya sararak janjan yapan bonnyfood ekolü olaylar da tam bir israf örneği. Kime gönderildiyse yarısı ziyan oldu. Eve de götürmeye uygun olmadığı için, onun yerine baklava gönderin kesinlikle daha anlamlı.
  • Tazebunlar, benim nazarımda bu işe en uygun siteydi. Öğün niyetine yediğimiz meyve salatalarından pekala şahane hediye de olurdu ama peki neden battı. 
Sempatik orjinal kurabiyeler, kekleri de uygun bulmaktayım ama iş yerine göndermek için çiçek sepetinin kalitesiz ve uydurmasyon  aranjmanları yerine, sokak çiçekçilerinden alınacak bir buket çiçeğin daha sempatik olduğunu görüşündeyim.  

Ve 14 Şubat'tan bağımsız kırmızı gülü de kalp figürünü de ziyadesiyle arabesk buluyorum...

Yine de Şubat ayında mücevher firmalarının cirosu % kaç artıyor, ciddi ciddi öğrenmek istiyorum.

Satırlarıma da yakın bir arkadaşımın muhteşem aforizması ile son veriyorum; "sevgililer kaldırımdan yürüsün". 

bu yazıdan çıkmayacak hissiyatlı sorgu; sevmek mi sevilmek midir güzel olan?
ps. Bilenler bilir yazının fotoğrafı favori karikatürüm olur...
ps.2. Başlık şarkısı Büyük Ev Ablukada, bu sebeple takmıyor değil takmıyo...

"hatıran yok kalbimde sanıyorsun, evet, kalmadın ama neden diye hiç sormadın"

$
0
0


Tiyatrodan önce son çıkış;  Altın Ejderha

Bir şeyi kıvamında bırakabilmek tüm güzel hatıraların sebebi ama biz faniler hep daha fazlasını istediğimiz için o noktayı genelde es geçiyoruz. Ben de şanslı biçimde başladığım tiyatro serüvenimde sona doğru acıveren adımlar ile ilerliyorum. Ben TV karşısında bildiğimi izlemeye devam ederken, tiyatroyu da gerçek sevenlerine terkediyorum.

Bana sorarsanız bir şeye en iyiden başlamak hayattaki en büyük lanet. Ben de DOT’un ilk olarak Festen Kutlama oyununu izlemenin bedbahtlığı ile yeni oyunlarına bir umut gidiyor, yine de bir türlü aradığım mutluluğu bulamıyorum. Süpernova’yı hadi bir derece, tiyatro değil de performans diye izlemiştim ama Altın Ejderha’dan bildiğin nefret ettim sayın okur. Deneysel tiyatro uğruna ben oldum delik deşik.

Oyun insan tacirliği ve günümüz kapitalist dünyasına bol metaforla değinmeye çalışıyor ama işte o deneysellik hadisesi konuya kanalize olmanıza fazlasıyla engel oluyor. Oyunun olayı oyuncuların okuduğu text’in birebir seslendirilmesi gibi. Her oyuncu sahnesine hangi karakter olduğu ve kimi oynadığını belirterek başlıyor (ilk başta böyle başlayıp, sonra seyircinin algısına bıraksalar biraz daha iyi olabilirdi belki). Şöyle ki, çatı katı genç kadın diyerek sahne oynanıyor ve oyunda bu geçişler bolca olduğu için, sürekli bir zaman ve kişi bildirimi arasında içeriğe pek de konsantre olamıyorsunuz.



Birkaç sahne hariç, oyunda genel olarak karakterlerin cinsiyetleri oyunculara tezat şekilde dağıtılmış. Yani Ece Dizdar’ı genelde erkek, Enis Arıkan’ı ise kadın rolünde görebiliyorsunuz ki, oyuna dair en çok bu ikiliyi beğendiğimi de belirtmem gerek. En beğenmediğim ise açık ara Deniz Türkali. Oyunculuğunu bıraktım, o konuşma sesi ile nasıl şarkı söylüyor gerçekten merak ediyorum. Repliklerinin çoğunun anlaşılmaması bir yana, karınca taklidi ile de oyunda en nefret ettiğim kısma imza attı sağolsun.

Ece Dizdar bence çok güzel bir kadın, genel sarhoş adam halinden ziyade oyunun sonundaki performansıyla hakkını da teslim etmek gerek. Bu kadar spoiler vermişken sonunu saklamak abes ama DOT’un şiddet içeren (tokat gibi çarptı klişesi) kısmı ile de oyunun sonunda yüzleşeceğinizi belirtebilirim.
Ve bu tür oyunları izledikten sonra Babamın Cesetleri için çok iyi oyun demediğim için gerçekten vicdan azabı çekiyorum. Hele ki Güzel Şeyler Bizim Tarafta şaheser gibi canlanıyor hafızamda (hafıza yanıltması hep güzele yöneliktir)

Haftaya da aman çok iyi referanslı bir oyuna gidip, tiyatroya aufwiedersehn derim ve bundan sonra da teyit etmediğim, hakkında en az 5 sağlam yorum okumadığım hiçbir oyuna daha da gitmem.

  
Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;
  • Peki bu Gmall’ın durumu ne olacak sayın okur? Mac ve DOT halen varlığını sürdürse de, Num num, D&R ve sinema’nın gidişi ile kayıp şehir ruhuna bürünen mekana, Mars grup el atıp yeni bir şeyler planlayacak mı, yoksa şehrin içindeki o sakin köşe bir hayalet bina olarak gözümüzün önünde çürüyüp gidecek mi?
  • Oyunun yarısı da yemek ismi söylemekle geçiyor ki oyuncu ezberi için zorlayıcı seyirci için manasız bir çaba.
  • Türk halkının her sarhoş tiplemesine gülme hobisini görünce, bunca yıl Levent Kırca nasıl varolabilmiş daha iyi anlıyorum.
  • Oyuncuların kullandığı maskeler ve seçtiği spor ayakkabılar da kapitalizme dokunduran kısımlardı sanırım, bu da oyunun geneli gibi çok yüzeyde kaldı benim için. Neyseki tiyatro kankam kusburnu da yanımdaydı da, olan bitenin salt benim vizyon(suzluğ)um olmadığını bilmenin rahatlığındayım.
  • Satırlarıma son verirken oyunun beyinlerde yer eden şarkısının sözlerini de paylaşmadan edemem.
                                                         
i like chinese, i like chinese , they only come up to your knees
yet they always smile
and ready to please

ps. başlık şarkısı Kış Küskünü ile Melis Danişmend

"yokluğuma emanet et sen de benden kalanları"

$
0
0

Blog sessizlik içindeyken, bendeniz hayatımdaki ikinci promosyoncu bilet ile Roma'ya gittim.

Yağmurdan sırılsıklam oldum, hava durumuna isyan ettim, şehre hayran kaldım, yürümekten durmadan yürümekten yorgun düştüm,keyifli yemekler ile kendime geldim. Bugüne kadar gördüklerim içindeki en güzel en rahat olan Avrupa şehri Roma'ymış dedim, güneşli zamanlarda ne kadar güzel olur kimbilir diye de hayıflandım.


Kumbaracı50'de "gerçek hayattan alınmıştır" ı izleyerek tiyatroya olan inancımı geri kazandım. Kötü iki oyun sonrasında ziyadesiyle etkilenip, budur işte dedim. her güzel seyde yapılması gerektiği gibi, bu tiyatro sezona da bu oyunla nokta koydum.

Sırf Ryan Gosling oynuyor diye suç çetesini izledim ve bu kararımdan ötürü ziyadesiyle keyifli bir akşam geçirdim. Filmden de Ryan Gosling’den de bir o kadar etkilendim.


Sonra Müslüm Gürses öldü. Ben Döndür Yolumdan’ı açıp dinledim. Ölmek hepimizin kaderi iken,arkada iz bırakmanın çok az kişiye kısmet olduğu gerçeğini bir kez daha –hüzünle- idrak ettim.

Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;

Murat Menteş'in yeni kitabını (Ruhi Mücerret) bekliyorum, gözlerim kapalı.

ps. başlık şarkısı Nilüfer ile Müslüm Gürses

"hep yarım yanlış okundum, bitmeden unutuldum"

$
0
0



Hayatınızda epey işleyen bazı şeyleri birilerine tarif etmek istediğinizde genelde kelimeler eksik kalır. Bendeniz de Redd sevgim ve şarkıları üzerine konuştuğumuzda genelde bu derde düşerim. Artık Melek Değilim hayatımın şarkısı olduğundan, sonrasında hangi şarkıları önersem Redd’i en doğru şekilde anlatabilirim gibi bir derde ara ara düşerim. Benim için Redd demek sıkılmadan üst üste sayısız şarkısı dinlemek olduğundan, dinliyorum da en çok hangilerini seviyorum bir bunun farkına varayım diyerek kulaklığımı taktım ve kağıda kaleme sarıldım.

Bu müzikal gözlemim sayesinde, 21’in gerçekten şahane bir albüm olduğunu -gecikmeli olarak- idrak etmiş oldum. Ben albüm bağımsız şarkılara takılırken, 21’in konseptinden de ziyade benim adamlar (yani Doğan Duru) yazmış dediğim tüm şarkıların 21’de biraraya gelmiş olduğunu idrak ettim.

Aslında bu yazıyı yazarken hedefim kendime bir ilk 10 listesi yapmaktı, şarkıları dinledikçe bunun pek mümkün olamayacağını gördüm. En fazla az sevdiğim şarkılardan küçük bir liste yapabilirim.

Gönlüm albüm kronolojisi ile ince işçilik ve müzikal yorumlar da olan bir yazı yazmak isterdi ama zaman ve yetenek kapsamında şimdilik çok dinleyen ve pek seven olarak hissiyatlarımı çiziktireceğim. Tabi bir de şu da var, bu kadar iyi referansları olan bir grup için Hayat Kaçık Bir Uykudur yeni olması sebebiyle 1-0 geriden geliyor. Yeniliği de üstüne başka albüm gelmemesinden kaynaklanıyor. Yani bakarsınız bir sonraki albümde HKBU 21’in tahtını sallar. Zaman ne gösterirse dinleyip yazarız.
Listeye bildiğim ve sevdiğim sorudan başlıyorum. En sevdiğim Redd şarkısı aynı zamanda hayatımın da şarkısı olan Artık Melek Değilim. Benim için zirve şarkının Gecenin Fişi Yok’taki hali ki (orjinali Kirli Suyunda Parıltılar’da), bir türlü de Youtube’da bu halini bulamadığımdan size aynı muhteşemliği dinletmemi isterseniz, üşenmem hepinize (sahi biz kaç kişiyiz?) mp3 formatını gönderirim.




Şüphe duymadan ikinci sıraya koyduğum şarkı ise HKBU’nun bana göre en güzeli Bir Yol Bulursun. Dar zamanda, zor zamanda açıp açıp dinlenen sabretme şarkısı. Yanılmıyorsam sözlerinde veya müziğinde alışılanın dışında Berke Hatipoğlu’nun da katkısı olan, çok da güzel olan şarkı. Muhteşem sözlerini bir yana bırakırsak, davul ve klavyenin öne çıkaşıyla bir Berke Özgümüş&İlke Hatipoğlu şovu. (Favori satırım; Kendine Biraz Umut Ver)
Bundan sonra bir üçüncü şarkım yok, her şarkı haliyeti ruhuma göre üçüncü şarkım olabiliyor. Bu sebeple, öncelikle karşıma çıktığında diğer şarkıya geçme sebebim olan şarkıları da ifşa edebilirim. HKBU baştan mağlup demem sebebim de bu şarkılarda saklı. Kaldı ki, şimdi şarkıları yeniden dinlediğim de en güzellerin için de az güzel oldukları için burun kıvırdığımı da farketmiyor değilim. Beni Sevdi Benden Çok, solo olması sebebiyle mi albümdeki yeri veya giriş introsu sebepli mi bir türlü ısınamadığım şarkı. Albümün ikinci klibi olduğuna göre benim dışımda da pek sevilmiş olmalı, hatta kusburnu da şarkıyı pek sevmiş klibi sebepli de hayalkırıklığına uğramıştı. Ben şarkıyı da sevmediğim için üzülmedim, zaten Redd’in şarkılarına yarışacak güzellikte bir kliplerini de beklemekten vazgeçtim.



Sevmeden Geçer Zaman ise Şebnem Ferah etkisiyle Redd’in bugüne kadar bana en arabesk (bahçelere dalardık'ı kategori dışı bırakıyorum) gelen şarkılarından biri. Konserlerde Doğan Duru’dan dinleyince pekala güzel gelen şarkının Şebnem Ferah’lı halini niyeyse pek sevemedim. ( Favori satırım; Miş’li geçmiş düşer üstüme, istesem de bugünü hiç yaşayamam)

Şimdi farkediyorum da Hayat Kaçık Bir Uykudur’aönyargım balık baştan kokar (uykusuzluk bünyeye ters) şeklinde olmuş, çünkü ben albüme ismini veren şarkıyı da cd’den dinlemeyi pek sevmiyorum. Üzgünüm başkan ben olamam evcil, grubun favori mottosu olsa da, muhteşem bir konser şarkısı olsa da, yine giriş introsu sebepli (başka grubun şarkısı hissiyatı) cd’den dinlemek pek tercihim olmadı.

Albümdeki 3 şarkıya burun kıvırmam, Bir yol bulursun’dan sonra Aşık Oldum Cellladıma, Iskaladık Birbirimizi ve Senden Sonra’nın yeni halini (fazla Coldplay ruhu taşıyan) çok sevdiğim gerçeğini unutturmasın. İkincil sevdiklerim ise Yolunda Gitmeyen Adam,Yavaş Yavaş ve Ormanda Kaybolmuş Bir Yaprak. Özellikle “savaşırdık döndüğünde ziyannnn dünya” kısmı ile Yolunda Gitmeyen Adam ve “gitmeye öyle çok alışmışım ki sevmeyi deneyince içim hoşçakal diyor “ ile Ormanda Kaybolmuş Bir Yaprak da bünyemin güzel şarkı sözlerini illa bir yerlere yazmak isteyen (bitmek bilmeyen msn ruhu) tarafıma hitap ediyor.


Albümden bağımsız şarkıları seviyorum diye yola çıkıp, albüm özelinde yazı yazmam da alışılagelmiş tutarsızlığımın resmi oldu ve her zaman olduğu gibi yazı da planladığımdan uzun oldu. 21 ve Kirli Suyundan Parıltılar’a başka bir yazı ile hayranlığımı dile getirmek üzere, albümsüz şarkı Boşver ile Redd Külliyatı’nın ilk kısmını sonlandırmak isterim.

Boşver sıklıkla kullanılan ama karşı taraftan duyulunca da can sıkabilen bir laf. Sizin özene bezene yazdığınız bir şeye verilen ok cevabı gibi, bir nev-i duvara toslama hali. (Zamanında Yeşim Salkım’ın Serhan Aloğlu ile dans ederek meşhur ettiği Kenan Doğulu şarkısını hatırlayanlara selam ederim) Tek gecelik ilişki meftumu da hissiyatlı şarkılar atlasında konu edilmesi tercih edilmeyen durumlardan. Yapılan şarkılar da bu kapsamda bakkal şarkısının sözlük karşılığı olmuştur.

Ama Redd hiçbir albümde yayınlanmayan Boşver’i ile hadiseyi güzelce özetlemekle kalmamış (bknz; Boşver, Sevdim de ne oldu? Boşver, böylesi daha güzel satırları) şahane de bir şarkı yapmış. Onların gizli şarkısı, benim de gizli hitlerimden biri. “Karbon kağıdı konmuş gibi duyguların arasına” lafı da benim için afilli, Doğan Duru’nun söz yazarlığındaki aşmışlığı içinse sıradan bir örnek.

Kıssadan hisse; seviyorum ...

ps. yazar başlık şarkısı (Roman Kahramanı) ile "yazı uzun gözüküyor ama sabredin" mesajını da alttan alta vermektedir.
ps.2 Fotoğraflar Redd.com.tr'den alınmış, kusburnu sayesinde de bloga iliştirilebilmiştir.

"Bir şiir olamadım, kafiyene uyamadım"

$
0
0



İnsanın hayata karşı algısını haliyeti ruhu belirliyor. Vakti zamanında Teoman bir röportajında, moraliniz iyiyken çöp toplayan insanların farkında varmazken, canınız sıkkınken onların hepsini görürsünüz türünden bir şeyler demişti ki, fazlasıyla inandığım bir hal bu. Sıklıkla vurguladığım üzere de algıda seçicilik hadisesine de ziyadesiyle kılım.

Redd’in çıkışını bekleyerek, albümü dinlerken kartonetinden şarkı sözlerine baktığım tek albümü Hayat Kaçık Bir Uykudur. Daha önceki albümlerde böyle bir süreç yaşamadım. Ve genelde çoğu şarkının sözlerini algımın el verdiği çerçevede idrak edip, her bir şarkıya yavaş yavaş hayran kaldım.


Bilmeyenler için konsept bir albüm olan 21’de bir karakterin doğumu ile ölümü arasındaki sürece dair şarkılardan oluşur. Doğum çığlığı ile başlayan albüm, masal, oyun, astrotanrı, don kişot, bir şövalye var içinde,  özgürlük sırtından vurulmuş, öyle boş ki hayat, tamam böyle kalsın, vicdani redd, seni buldum, aşk bu kadar zor mu, her neyse, aşktı bu, sevsen de sevmesen de, yaşandım daha çok, küçük bir çocukken, modern adımlarla, plastik çiçekler ve böcek, dekadans şeklinde ilerler ve sükut ile son bulur.

Yani albüm kahramanı 2. bölümde önce aşkı bulur, sonra niye bu kadar zor ki bu der, ardından birlikte olamıyoruz ama özledim seni der ve sonrasında aşk biter, sevsen de sevmesen de ile de hatıralar silinir.


Doğan Duru yazdığı sözlerde aşk’tan bahsederken metaforlar kullanarak başka şeyleri anlattığını söylese de (böyle bir şey söylememiş ama ben bunu yakıştırmış da olabilirim) Redd’in aşk şarkıları benim nazarımda aşmıştır. Hepsi de çok güzel olan şarkıların hangisi en iyi sorusunu algıma bırakıyorum ve müsadenizle methiyelerime başlıyorum.

Her neyse, Sezen Aksu’nun “geberiyorum aşkından” diye arabeskleştirdiği özleme halinin Redd coolluğunda dile gelmiş halidir ve benim diyen aşk şarkısına da bin basar. “Bir şiir olamadım, kafiyene uyamadım sen kaçtın ben kelime bulup seni tutamadım" nakaratı şarkının en sevdiğim kısmı. “Boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor, koşmak istesem de sana hayat beni geri çekiyor" kısmında başlayabilecek gözyaşları “her neyse özledim seni, böylesi hayat nereye kadar “mısralarının sonunda dinleyenin kendini bıçaklaması ile son buluyor.

  
Bana göre aşkın hallerini aşktı bu kadar yalın ve de güzel anlatan başka bir şarkı yok. “Farklarımızda benzerlikler aradık” satırları illa gönül hadisesi olmasına gerek yok, her türlü ilişkinin olmazsa olmazı. Ve gardiyansız bir hücreye kapanma lafı acı olduğu kadar da gönüllü bir tercih. Her ilişkinin özellikle de başında sevgiliyle kurulan o soyutlanma hali, ilişkinin kaderini de tayin ediyor. Ve bence bir zamanlar sadece o’nu görmek istediğin birinden nefret eder hale gelmek de o çemberin başka çemberlerle kesişmesinden kaynaklanıyor (malumafatrus da nedensiz yere şarkı sözünden felsefe yapıyor). “Dişlerinin izi vardı belki ruhumda” satırları ise bu şarkının söz sahibine (tabiki Doğan Duru) şapka çıkartma vesilemdir.

Bu dram dörtlüme eşlik eden şarkı Redd’in ilk albümü 50 50’den geliyor ki, şarkıyı daha sonra Plastik Çiçekler ve Böcek’de de bulabilirsiniz. Albüm tarihçesinde olduğu gibi insan tarihçesinde de gençken söylenebilecek bir şarkı bence Nefes Bile Almadan. Kelebek kadar ömrümüz var, sevmek lazım hemen başlayalım hissiyatı bir insanda ya ergenlik döneminde ya da yaşamın sonlarında kendini gösterir. Benim nazarımda şarkının en güzel hali ise Melis Danişmend ile Doğan Duru’nun softcore’daki hissiyatlı düetidir.




HKBU’da ritmik haliyle dinlediğiniz aldığınız Senden Sonra’nın en güzel hali ise Plastik Çiçekler ve Böcekler’de yeralır. “Yatağıma bağladım modumu, çevir sesi gelmiyor artık içimden” en sevdiğim depresifsiyon belirteçlerinden biridir. Ve Redd’in sevdiğim yanı “senden sonra hayat mı kalır” gibi acizane bir hissiyatı bu kadar güzel ve de arabeskten uzak anlatabilmesidir. Durumu benim Redd’e karşı objektif olamamamla da açıklayabiliriz ama Doğan Duru yazıyor,çiziyor adamlar da çalıyor arkadaş.

Ve bu yazıda yine fazla derinlere inmem sebebiyle burada artık son buluyor. Bu külliyat derlemesi de bir yazı niyetiyle yola çıkmışken almış başını gidiyor. Daha değinemediğim Redd’le tanışma şarkılarım varken, bu külliyat kolay kolay bitmez sayın okur.

Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;
  • Grubun en ciddi adamının (Güneş Duru) palyaço haliyle bir fotosunu yazıya iliştirmemin sebebini bilinçaltım açıklasın.
  • Grubun en sevdiğim üyesinin Berk(e) Hatipoğlu olduğu seçtiğim fotoğraflardan da anlaşıyor mu?
  • Fotoğraflar redd.com.tr'den, başlık şarkısı Her Neyse'den. 

"your love was just a game"

$
0
0


Kaç zamandır sanatsal bir platformda devam ettiğim yazılarda, gün güzel insan günüdür. Mentalist'i izlemediğim için adını (Simon Baker) eskisi kadar (bknz. The Guardian & Nick Fallin) sıklıkla anmasam da Givenchy reklamı sebepli her yerde karşıma çıkınca, hem kendimi tekrar edeyim hem de itiraf edeyim, ben Hollywood'un sektörel oltasına gönlüyle gelmiş (bknz; ben yoldan gönüllü çıktım) bir film/dizi izleyicisiyim sayın okur.


Ve şu nadide iki örnekten de anlaşılacağı üzere, göz yapısı kısıkla çekik arası bir yerlerde olan (Gerektiğinde acıların çocuğu bakışına da sahip olabilecek) sarışın popüler figürlere derin duygular besliyorum. Bence kendi içinde de tutarlı bir insanım:)



 

Suç Çetesi'ne dair yazımı güzide fotoğrafları ile renklendirip, içimi dökemediğim için Ryan Gosling'e ne şahane duygular beslediğimi bilahere belirtmek istedim. O karizmaya eşlik edemeyecek kadar kötü ses tonuna rağmen fikrim net; gülünce güller açar gözünde.

Ve hayatın genelinde olduğu için bugünkü algıma göre şu anki varlığı eski tüm sarışınları (Jude Law diyeyim siz anlayın) döver. (Acımasız olan insanlar mı yoksa zaman mı?)




Yaşasın içimde hiç yokolmayan ergen genç kız ruhuna....

viva la vida...

ps. başlık şarkısı spordaki en iyi yoldaşım Cake ve Never There'den.

"havada süzülüyordum yoktu konacak bir kader"

$
0
0


Ömrümden bir hafta sonu daha geçmişken;

Ben Kelebeğin Rüyasını izledim, izlediğime de çok mutlu oldum. Filmde olan bitenlere çok üzülsem de, film için harcanan emeğe hayran oldum. Yılmaz Erdoğan sinemasının, Bir Zamanlar Anadolu tecrübesi sebebi ile Nuri Bilge Ceylan’dan etkilendiğini, bu sebeple de kendi külliyatından çok farklı bir noktaya gittiğini düşündüm. Cast’ın böylesine acı bir hikayeyi izlenilir kılmak adına, itinayla seçildiğini görüp, Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat’ın oyunculuklarına herkes gibi şapka çıkardım.

Hava şartları münasebetiyle hiç aklımda yokken ömrümden bir 3 saati Sefiller’i izlemeye adadım, hiç de pişman olmadım. Hem müzikal hem de uzun olmasına rağmen, izlediğim her dakikaya fazlasıyla hayran kaldım. Argo’yu henüz izlemesem de, böyle bir prodüksiyonun bir şekilde ödüllendirilememesine üzüldüm. Bana bıraksaydılar yine de filmin süresini iki saate düşürür, sinema salonunda her türlü şeyin yenmesini yasaklardım. Anne Hathaway’in o kadar kısa sürelik oyunu ile Oscar almasını, saçını kestirmesine verdim.

Kar ve dondurucu soğuğa rağmen yine ve yeniden Redd’in konserine gittim. Tuborg sponsorluğundan ötürü 24 yaş gibi abuk bir yaş sınırı olan konserde ergenlerden uzak kaldım, gelin görün ki bundan ötürü mutlu olamadım. Garageistanbul’un olağan kalabalığından yoksun olması özellikle sahnede olanlar adına gayet de kötü bir durumken, eğlencenin hakkını verecek kitlenin (başka kim 23.30’da sahneye çıkan bir gruba dinamizmiyle eşlik edebilir?) de böyle bir etkinlikten men edilmesini kim hangi mantıkla açıklayabilir Allahaşkına?


İtiraf etmem gerekirse, dünkü saçma havada bütün gün sokaklarda olup üstüne bir de konsere gitmek gözümde fazlasıyla büyürken, ilk şarkı ile birlikte tüm tereddütlerim uçtu gitti. Konserin geç başlama hadisesini de çoktan aştığım için, konser öncesi aktivite planlamada da bir dünya markası haline geldim. Enerji ve uyku işini hallettikten sonrası gayet kolay ama imkan olursa ben yine de bu tür etkinliklere saat 21.00 bilemediniz 21.30 gibi gitmeyi yeğlerdim. ( kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla)

Pazar günü klasiğim için Karaköy’e gittiğim de ise yine sevme ve nefret etme hissiyatlarını birarada yaşadım. Sevmeyi orada rahat etmeyi fazlasıyla istesem de işletme ve garson mantalitesi de her seferinde sinirime bir çizik atıyor. Unter’in ultra çirkin ve bir o kadar suratsız garsonunun hal ve tavırlarından sonra, Karabatak’da üst kata çıkarken, yalnız yukarısı bir çalışma ortamı bu nedenle biraz alçak sesle konuşmanızı rica ediyoruz uyarısını da kişisel Karaköy gıcıklıklarıma not ettim. (fuhrerschein’in garsona sorduğu, ne oluyor duvarlar mı dökülüyor cevabını da onlar bir yere not etmiştir herhalde) Yine de ortam güzel ve de nispeten şimdilik sakin, kahve ve suflelerine de sevdiğimden aşk ve nefret ilişkimize bir süre daha devam edeceğimi kamuoyunun bilgisine sunarım.

Olağanın üstündeki yoğunluğum nedeni ile candy crush batağına nasıl battığımı, kusburnu kankam ile dünyanın en beceriksiz dansözleri olma mücadelemizi de bilahere anlatacağım.



Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;

Sözlükte Unter başlığında yazılan "tam da bu" denilen entry'yi de kopyalamadan geçemedim.

"hani son yillarda modada "effortless chic" denilen bir hadise var; sanki hic onemsemiyor, umursamiyor gibi giyinip cok şık olmak. iste, bu mekan da bu duyguyu veriyor. o kadar "biz umursamiyoruz, biz cok cool'uz, gelen gelir gelmeyen gelmez bizim umrumuzda degil, o kadar ki istersek de musteriyi almayiz" havalari icerisinde yaratilmis ki goruntunun alti dolmamis, herhangi bir yeme icme mekanindan farkli olmamis. ne lezzet ne servis ne de goruntu olarak. elbette kahvaltiya kisi basi 65 lira odenen bir yerde zaten olmasi gereken ortalamanin ustundeki kalite unter'de de mevcut ama zaten bu tip mekanlar icin artik bu tartisma konusu dahi olmamali. sonuc itibariyle bu yeni karakoy mekaninda akilda kalan sadece buyuk cabalar neticesinde varligini hissettiren "biz cok cool'uz" goruntusu oluyor. ve tabii pilic cevirmenin bu cool ortamdaki goruntusu. omg. cidden cok ilginç. @anotherstar


ps. başlık şarkısı Küçük Bir Çocukken ile Redd

"tek bir söz yetmez ama durur mu dünya?"

$
0
0

Blog okuru Murat Menteş sevgimi az çok bilir. Kendisinin iki romanı özellikle de Korkma Ben Varım okumaktan en zevk aldığım kitaplardan biridir. Ve insanın sevdiği bir yazarın yeni kitabını okumak da başlı başına bir heyecandır. Ya beğenmezsem korkusu ile nasıl olmuş acaba heyecanı birbirine karışıyor ve bekleme süresinin aksine okuma süresi bir çırpıda sona eriyor.
Ne kadar istersem isteyim uzun süredir bir türlü  kitap okuyamıyorum.  Dönemsel olmasını dilediğim bu halin tek çaresi güvenip, bildiğim yazarlar. Bu sebeptendir ki Ruhi Mücerret  tez vakitte başlayıp bitirebildiğim bir kitap oldu. Okuduğuma sevindim demek isterdim işte o kısmı maalesef olamadı.

Ruhi Mücerret, Korkma Ben Varım’dan sonra fazlasıyla sıradan kalan bir kitap. Evet bir Murat Menteş kitabında olması gereken her şey var, ama işte eksik bir şeyler de var. Mesela daha önce bu kadar bariz değildi dediğim Murat Menteş muhafazakarlığı bu kitabın satıraralarında daha net ortaya çıkmış bence. Ve kitabın konusu gereği marka isimleri sıklıkla yer alsa da, bana göre kitapta ciddi bir şekilde Coca Cola ve Pepsi’nin viral reklamları yapılmakta. Öyle değilse büyük haksızlık ediyorum ama bana kitabın başlangıcı bu anlamda cidden kötü geldi.

Her şeye rağmen kitapta sayısız afili cümle var mı var…Sırf bunun için bile bu kitabı ikinci kez okurum, kimse de Murat Menteş’le arama giremez.  İlk okumamda  altını çizdiğim satırlarımdan bir kupleyi de el emeği göz nuru olarak buraya kopyalarım.
 

“Ve mazide kalmış her şey, kısa sürmüş demektir.”

“Kendimi bazen yarım kalmış bir proje, bazen de gerçekleşmiş bir felaket senaryosu gibi hissediyorum. “

“Alınyazısı ile niyetin alfabeleri ayrı”

“Rastlantılar, saçmalıklar ve ihtimaller özgürlüğün tadını yansıtır. Hayatın çerçevesini esnatir. Gelgelelim tesadüf , hakikate uygun bir kılıf değildir. “

“Bu şehirde kendini kandırmadan akşam eden bir Allah’In kulu yoktur” diye düşündüm. İstanbul bir yandan rüyalarını çalar, öbür yandan sana hayaller hediye eder”

“Umut gerçeklerle; umutsuzluk ise hayatla bağını gevşetiyor insanın”

“Düşünceler hep aynı kalabilir, duygularsa mütemadiyen değişir”

“Mutsuz çoğunluk,cep telefonlarından sızan rasyasyonla beyin tümörlerini emziriyor”

"Kalbin kararları bir, bilemedin iki saniyede alınır. buna mukabil, yaşadıkça ihtiyat, tedbir, önlem, sakınma gibi hayatla çelişen tutumlara dört elle sarılmayı öğreniriz."

"Hayatın hazırlık aşaması ömür boyu sürer. tam yaşamaya başlayacağın sırada sahadan şutlanırsın
'kontrol edilebiliyorsa, öfke değildir''

“Eğer beni vaktiyle neden sevdiğini anlamaya çalışıyorsan, gerekçeleri bulduğunda sevgini kaybedebilirsin”

“İnsan yapamayacağı kötülüğü başkasından ummaz”

“Yaşadığımız an’ı hayattan saymıyoruz ve geriye bir şey kalmıyor”

Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;

  • Dün Galata’dan Tünel’e yürürken Murat Menteş’e denk gelmem, yanımda kitabımın yok diye hiçbir şey diyemeden sadece bakakalmam. Kendisinin kıyafetleri ile kendi roman kahramanlarından birine benzemesi ve imza gününden çıkmış bir yazarın hepimiz gibi sıradan bir şekilde yoluna devam etmesi de 2 dakikada vardığım kanılarım oldu.
  • Kitaba burun kıvırmış halimle bu kadar satır kopyaladım ve daha da yazmak istediğim satırlar var. Kelime oyunlarında, afili satırlarda bu kadar iyi birinin kötü dediğim romanı da takdir edersiniz ki o kadar kötü olamaz. Yani siz Murat Menteş tarzını seviyorsanız, Ruhi Mücerret iyi zaman geçirmek adına bir şansı kesinlikle hak ediyor.  
  • Kitabın kapağına da benden bir onnumarabeşyıldız.
ps. başlık şarkısı Aylin Aslım Teoman düeti ile İki Zavallı Kuş

"yine de hergün adını söyledim"

$
0
0

Malumafatruş’un obsesiflik kariyeri üzerine;

Bir şarkıyı 100 kere ardarda dinlemek, aynı şeyleri sıkılmadan yemek, bir şeyi bitirine kadar başından kalkmamak gibi çoğu faninin sahip olduğu bazı özelliklerim var. Bu özelliklerin sınırımı zorladığı vakitlerde içimdeki obsesif ortaya çıkıyor, sonrasında da hayatım saçma maceralarımın sahnesi halini alıyor.

Kendimi az çok bildiğimden oyun türü şeylerden itinayla uzak dururum. Hayatımın çoğunda olduğu üzere mevzubahis türlü oyunlar olunca ziyadesiyle yeteneksiz ama bir o kadar da inatçıyımdır, kolay kolay pes etmem (previously on twitter; kusurlu bir bünyeyi de kusursuzlukla sınamak).

Bu sebeple herkesin sürekli konuştuğu Candy Crush’a yan gözümle bile bakmadım. Herkes kaçıncı seviyede olduğunu, o seviyenin ne kadar zor olduğunu konuşurken, bahsettiklerini yoksaydım. Ve sonra bir gün yan koltuktan olaya dahil olup, virüsü kaptım.

Şu an ilk başlardaki bağımlılığımdan sıyrılmış halimle tüm bağımlılara güzel haberi verebilirim; bırakabiliyorsunuz. Ben mesela telefonumu bozduğunu düşündüğümden birdenbire oyunu kaldırabildim. 2-3 gün çok da cool’dum. Ama sonra telefonun sıkıntısının candy crush olmadığını öğrendim ve yeniden yükledim. Yine de kontrollüyüm, çünkü facebook accountsuzluğum sebebi ile gideceğim maksimum nokta 35 ki, çoğu oynayan için bu oyunun çıtır ve çerez kısımları sayılıyor. Ve insan her şeyin yokluğuna alışabildiği için, birkaç gün oynamadıktan sonra eski akil insan halimize dönmek çok da zor olmasa gerek. Yine de hiç başlamayanlar ve duymayanlar uzak durabiliyorsa dursun, zamanınızı öldürmek adına daha anlamlı bir şeyler mutlaka bulursunuz.

Her popüler kültür evladı gibi, Mart ayı itibariyle alım gayem yeni bir güneş gözlüğü almak. Hedefim de aslında geçtiğimiz Ekim ayından beri belli. Alamadığım bir şeyi kafama takmam sebebi ileihtiyacım da olmayan bir gözlüğe para vereceğim için bugüne kadar bekledim. Ve ülkede nasıl bir enflasyon varsa aynı gözlüğü Ekim’den Mart’a kadar epey pahalanmış olarak yerinde buldum.

Bahsettiğim gözlüğün tek olayı Türkiye’de pek satılmayan, sadece 2-3 yerde bulunabilecek bir model olması. Tam da bu sebepten İtalya’da ve internet sitesinde gayet ucuz olan şeyleri burda saçma fiyatlara satıyorlar. Ben de tabi Avrupa görmüş, hatta gerizekalı gibi bir ay önce İtalya’ya gidip gözlüğe bakmamış biri olarak, ne alıcam buradan İtalya’dan giden birinden isterim dedim.



Ve nasıl bir içtenlikle dediysem artık bunu bir gün sonra işten birinin İtalya’ya gittiğini öğrendim. Son dakika gözlüğün modelini ve detaylarını vererek, beklemeye başladım. Gözlük almak denilen şey de parfüm almak kadar kolay olmadığı için, umutlarımı başka bir İtalya seferine bıraktım. Anladığım şey, gözlüğün oralarda da zor bulunabilri olduğu idi, bu sebeple de kendi memleketimde paşa paşa kazıklanmak ruh sağlığım için gerekliydi.

Son dakikada araştırmacı kişiliğim devreye girdi ve gözlüğün aslında başka bir yerde de satıldığını buldum. Hiç üşenmeden kalkıp Fashionateye’a gittim ( ki zaten sürekli gittiğim Karaköy’deydi ). Vintage modellere yönelik bir yer olduğundan ya modeli bulamam ya da kesin daha da pahalı önyargıları ile gittiğim mekanda, tüm kararlılığımı unutarak bambaşka bir gözlük aldım. Tutarlı olduğum tek kısım gözlüğün markası yani Superetro’ydu. Adı güneş gözlüğüydü ama daha çok astigmatların kullandığı ve ışıkta renk değiştiren gözlüklere benziyordu yani camları açık renkti. Ben gözlüğü pek sevsem de o beni pek sevemedi. Kemik olmasının da etkisiyle burnumu çok acıtıp, başımı da epeyce ağrıttı.

Ben de bu iş zor yonca diyerek, yine Karaköy’ün yolunu tuttum. Sağolsun mekanın sahibi de anlayışla karşılayıp gözlüğü değiştirmeme izin verdi. İlk başta yola çıkış sebebim olan gözlüğe en yakın modeli alarak evime döndüm.

Ben alışma evresinde süre vermeyi düşünsem de, çevrem gözlüğümü pek desteklemedi.

Şimdi obsesifliğin manasızlığında ve bir boşluk hissiyatında “kısmet” denilen olguyla ve gözlüğümle başbaşayım. Ve maalesef bu sefer de vazgeçmiyorum.

ps. Başlık şarkısı çok beğendiğim Aylin Aslım albümünden Zümrüdüanka

"i have no love somewhere in time"

$
0
0


Harvey Specter;

Bana Nick Fallin'inin yokluğunu unutturan, internetten tıpış tıpış dizi izlettiren karizmatik avukat...

Hep bir pozlarda takılan, bay çok bilmiş. 

Her türlü ukalalığının hastasıyım...


Ve her sevdiğim gibi Suits'i de sürekli izlemekten tez vakitte tüketeceğimi bilsem de, şu sıralar Suits izlemek tek gündemim diyebilirim. (Başrolünün karizması bir yana, dizinin kendisi gerçekten pek seyredeğer)

Ne mutlu bir ekran karşısında uyuşabilen beyinlerimize ve sarışın güzel insanlara....

ps. başlık şarkısı gönlümün ilk avukatlık dizisi The Guardian'dan. 



"korkma benden, gidiyorum"

$
0
0
 
Kaç gündür yazmıyorum, kimse de çıkıp ne oldu bu kızcağıza demedi? 2 gün yazı yazmadık diye meraklanan okurdan, bloğu kapatsam farketmeyecek okura ne ara geldik bilmiyorum ama sosyal sorumluluk gereği tarihe bir şeyler karalamak istiyorum.

Uzun zamandır çoğu kişinin İstanbul dışında, benimse İstanbul'da olduğum bu tatilli hafta pek güzel bir o kadar da keyifli geçti.

Gelmez sanıyorduk ama bahar da geldi.

Hepimizde bir sıkılma, farklı bir şeyler yapma ihtiyacı kendini gösterdiyse vücutta da sürekli bir halsizlik, gözlerde açılmama hali var ise korkmayın bahar'dır geçer.

Şansınız ve fırsatınız varken, yeni hayatlar, yeni yerler keşfedin.

Başka yollara sapın, başka kitaplar okuyun, başka şarkılar mırıldanın.

Siz değişmeyecek olsa da, bir süreliğine mış gibi yapın.

En çok kendinizi yoruyorsunuz ya, biraz nefes almanıza imkan verin.

ps. Başlık şarkısı Leyla the Band'ın acılı arabesk şarkısı Aşk Bitti'den.

"her siyahın bir beyazı gecelerin gündüzü de vardır"

$
0
0


Şu koca şehirde, nereye gidersem gideyim bir tanıdık görme kaderime zaman zaman isyan ettiğim malumunuz. Tanıdık birilerini görmeye değil de, sevdiğim ve gördüğüme sevineceğim kişiler yerine benim için anlamsız insanlar ile denk gelmeye gıcık oluyorum.
Son iki haftada kara talihime feyk atan tesadüf kişisi ise Doğan Duru oldu. Dün de aniden denk gelince kendisine, günüm manasızca keyiflendi.  Bakakalmaktan rahatsız içimdeki ergeni üçüncü karşılaşmada durdurabilir miyim bilmiyorum.  Ama şu yaş’ta “bir fotoğraf çektirebilir miyiz”  hadisesine nasıl girilir , bu girişimden medeni cesaretim nasıl bir yara alır onu da bilemiyorum.
Böyle saçma hallerin yanında;
Düne kadar Redd’den hiç dinlemediğim “yüzünü dökme küçük kız”ı dinlerken, yine ve yeniden Doğan Duru ne kadar da güzel söylemiş diye şaşırıyor, aranjenin güzelliğine de eriyip bitiyorum.
Geçtiğimiz 3 haftamı anlamlandıran Suits’in 2 sezonunu da bitirmiş olmanın boşluğunu nasıl dolduracağımı bilemiyorum.
Dünyadan soyutlanmamı sağlayan, uzun yollarda kendimi klip çekiyormuşum gibi hissettiren - kuşburnu hediyesi sennheiser kulaklıklarımı kaybetmiş olmama üzülüyor; yenisini almama rağmen diğerinin manevi değeri vardı diye hayıflanmamı da, bazı şeylere bu kadar bağlanmamı da anlamlandıramıyorum.

"üzülmesin onlar hiç kalan giden benim"

$
0
0
 
Malumafatrus’un karabatak ile imtihanı;
Hayatta koşulsuz sevgi olmadığı gibi (anne-çocuk ilişkisi hariç), “ama”sız sevgi de bence yok. Genç ve çokbilmişken gözükara sevdiklerimizi, zamanla “kabullerle” seviyoruz. Çünkü hayat bize, istemenin de hayalkırıklığının da sonsuz olduğunu çeşitli şekillerle öğretiyor. Siz de oyunu kurala göre oynamak adına, vazgeçiyorsunuz.  Her şeyin sizin istekleriniz doğrultusunda ilerlemeyeceğini görüp, beklenti ayarlarınızla biraz oynuyorsunuz.
 
Bu kadara felsefeyi yapma sebebimin yine gezme tozma olması biraz manasız biliyorum ama karabatak’a hissiyatlarımı başka bir şekilde de anlatabilmem de pek mümkün değil. Bir süredir Karaköy’ü popüler olmasından ziyade halen sakin sayıldığı için seviyorum. 1 Yıl içinde muhtemelen bu fikrimden ötürü pişman bile olabilirim ama şimdilik kendisinin bir elin parmağını geçmeyen mekanlarında zaman pekala güzel geçiyor.
 
Mekanların hepsine baştan bir uyuz işletme mantığı ile yaklaştığımdan, hiçbiri sinirimi bozmuyor, hatta onları anladığımı bile sanıyorum. (Her şeyden önce hepsine kesin “yer yok” diyerek almayacaklar korkusu ile adım atıyorum)
Sırf kahve ve tatlı (bir de Viyana kahvaltısı ile sandviçleri) satan Karabatak, bu mekanlar arasında en çok zaman geçirdiğim yer. 22.00’de kapatıyoruz diye 21.30’da oturduğumuz sandalyeleri toplayan, üst kat’a çıkmanıza izin verirlerse, sessiz olmanız gerektiğini inatla hatırlatan ve menüsününde “her hangi birine her hangi bir sebepten hizmet vermeme hakkına” sahip olduğu notunu düşen Karabatak, sadece Karaköy’ün değil, İstanbul’un da en uyuz işletmelerinden biri olmaya aday.
Metrekare olarak en çok alana sahip mekan, müşterileri rahat etsin diye bazı masalarını günün tüm saatinde rezerve olarak tutuyor. Benim de bu noktada algılayamadığım şey; sürekli rezerve olacaksa neden o masaların orada tutulduğu oluyor.
Tabi bir de kulaktan kulağa dolaşan karabatak gerçekleri var ki, sandalyelerin yerinin oynatılması ( 4 kişilik masayı 5 kişi yapmak gibi elzem istekler) üst katta 3 kişinin birbirini tanımasa bile aynı masaya oturamaması Karabatak’ı Seinfeld’in hitler çorbacısına dönüştürüyor.
Kime bu şekilde anlattıysam, haklı olarak peki neden gidiyorsun sorusunu soruyor ki, ben de cevabını güzel kahveden öteye pek taşıyamıyorum. Bir yandan da kendimi bir mekan işletsem bu tür uyuzlukları sergilemeye epey yakın buluyorum.
En çok da üst katında sakin bir halde geçen zamanları seviyorum (Cumartesi kalabalığında bu işleri denemiyorum tabi). Bu yazıda orada olmanın bana pek iyi geldiği bir günün sonunda yazacaktım, niyet aynı zaman geç…
Ve bu saçma havada, bulunduğum yerde olmak yerine Karaköy’de bir kafede iş yapanlar bana göre ne olursa olsun şanslı…
Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;
  • Bu iş azimle olur diye, Ece Temelkuran’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ını okumaya çalışıyorum ama kitap o kadar kalın, hikaye o kadar tasvirliyken bu iş epey zor olacak gibi yonca.
  • Yine de güzel bir kitap ve iyi müziğin hayat kurtaracağına inanıyorum.
  • Manasız dışavurum; vanilyalı dondurmadan da nefret ediyorum.
ps. başlık şarkısı Koray Candemir'in yeni albüm şarkısı Kalan Giden Benim

"When you try your best but you don't succeed"

$
0
0

 

Zaman geçiyor, bu aralar sadece geçiyor. Yapmak zorunda olduklarım sebebi ile o geçen zaman benim değilmiş gibi geliyor. Olduğum yerde bulunmam, yoklamada var yazılmak adına, yoksa benliğimin bir bütünlüğü yok, varsa da onun nerede olduğundan benim bu aralar pek haberim yok.

Ufaktan ufağa bronzlaşan insanlara duyduğum haseti anlatamam. Mayıs ayında denize girebilenlere, ben yollarda başka yolların planlarını yaparken, kafasını ve ruhunu serinletebilenlere de inceden inceye gıcığım.

Çok şey düşünmenin sonu sünger haline gelen bir beyin. Düşünmeyi engellemenin vesilesi ise iyi satırlar. Sizi dünyadan soyutlayacak, ya da sorunuza yol gösterebilecek satırları doğru zamanda bulabilmek en büyük lüks. Ben bu aralar o satırlara pek denk gelemiyorum. Bir zamanlar her satırını buralara kopyaladığım Ayça Şen’in blog yazılarına okumak bile içimden gelmiyor. Tek tesellim Berkun Oya. Keza bu aralar kendisinin satırları hayatımın yara bandı.

 
İnsanlara dair kesin kanaatler edinirken ve hatta kızarken, siz de bu satırları hatırlayın. Bir de kendi acınızı başkasının acısı ile kıyaslamak hatasına düşmeyin. Çünkü herkes kendi acısını biliyor ve “seni anlıyorum” demekle empati yapılmıyor.  
 


“Yok olmak zor iş. Yiyip bitirsen de kendini, dişler damağı ısıramıyor, insanın birazı, hep tabakta kalıyor. Ne zaman aşk acısı yaşasam ya da bir şeylere kafayı gereğinden fazla taksam, boş versene, geçer bunlar derdi dostlar, Allah gerçek dertler vermesin. Bu cümleden ders çıkarmak için dindar olmak gerekmiyor. Bunu şimdi daha da iyi anlıyorum. Allah, cümle içinde, dinler ötesi bir kelime çoğu zaman. Allahsız insan az bu dünyada ama allahsız dil yok.

Gerçek dertler... Tuhaf bir laf, belki biraz küçümseyici, adeta dertler arası hiyerarşi yaratan, ayrımcı ve üstten bir laf sanki. Ancak insan yaşayınca anlıyor, dertler var, bir de gerçek dertler. İnsan ancak gerçek dertlerle öğreniyor. Konu dertlerse, ayrımcılıkta hiç zarar yok. Küçük dertler darılmasın, sokaklara çıkıp haklarını aramasın, hiç öyle ötekileştirilme edebiyatına falan girmesin. Asla makbulü olmaz faşizmin ama dertler arası ayrımcılık, pozitif faşizm gibi sanki. İnsan ancak yaşayınca anlıyor, küçük dertler sadece şımartıyor insanı, gerçek dertler büyütüyor.

Herkes için farklı tabii bu durumlar. Öyle olması da doğal.  Kiminin küçük derdi, öbürünün cehennemi, ya öyle ya da tersi. Kimine göre ölümdür gerçek dert, kimine göre yaşam. Nasıl ayırt edeceğiz küçüğü büyükten diye dert etmeyin boşuna, başına gelince anlıyor insan. Siz siz olun, küçük dertlerin şımartan aromasından uzak durun. Sevdiklerinize sahip çıkın, sevmek büyütür insanı, gerçek dertlerle boğuşurken, sevdikleriniz kadar varsınız, sevemedikleriniz sizin kaybınız."

ps. başlık şarkısı dünyanın en güzel klip  Coldplay şarkısı Fix You'dan.

"those three words are said too much "

$
0
0



Medya aracılığı ile tanıdığım herkese olduğu gibi Elif Key’e dair de değişik hissiyatlar besliyorum. Yazdıklarının çoğuna hak verip, şahane bulmakla birlikte, kimi zaman da satırlarını fazla ağdalı buluyorum. Bazen nadir de olsa çizmek istediği o hassas portre ile uyuşmayan fazla burnu havada tepkileri (instagram simalarında) olduğunu da düşünüyorum.
Velhasılkelam,  arada sular donsa da kanım fazlasıyla sıcak kendisine karşı. Derin espri anlayışı ile yazdığı twitleri ve HT yazılarını zaten seviyorum ama asıl favorim keşke daha çok yazsa dediğim blog yazıları.
Ve niye bilmiyorum bu aralar anlamsızca bir yazısının başlığı dolanıyor bünyemde. Her durum için “ben olmuşum yakın plan” tepkisi vermek istiyorum.  Henüz tüm sesler içimde ama yakındır, söze de dökülür bu durum belirteci.
Twitter’da kolay kolay her linki okumam, her paylaşılan klibi de izlemem. Ama dün yaptım bir hata, kendisinin paylaştığı bir yazıyı okudum. Mazoşistten ziyade sadist olduğum için tanıdığım başkaları da bu yazıyı okusun istedim.  Aslında dün buraya kopyaladığım Berkun Oya satırları ile ziyadesiyle paralel ama kesinlikle daha can yakıcı bir yazı. Bu sebeple " kötü uyandım, keyfim de yok diyenlere, niye kendime acı çektiriyim durduk yere diye düşünenleri, ailesinden birilerini kaybedenlerin bu yazıyı okumamasını öneriyorum.

Ben niye paylaşıyorum, onu da bilmiyorum.

Hissiyatım belli  “ben olmuşum yakın plan"
 
ps. Blog fotoğrafı da Elif Key'in yazıya konu olan bloğundan.
ps. 2. Başlık şarkısı Chasing Cars ve Snow Patrol

"herkes bir şey özlüyor, anlatacak sözler yok "

$
0
0

Kabul etmem gereken bir gerçek var ki, ben Ayşe Kulin okumayı seviyorum sayın okur. Hayatımda en kısa sürede kendisinin kitaplarını okuyorsam, aramızda pozitif yönde bir kimya olduğunu inkar etmek saçma olur. Kendisinin yaşını düşününce, üretkenliğine şapka çıkartmamak elde değil. Aynı hızlı üretime bakınca, biraz üstünkörü mü yazılıyor bu kitaplar diye de düşünmemek elde değil.
Bir erkeğin, birdenbire eşcinsel olması gibi kısmi absürd bir hikayeyi anlatan Gizli anların yolcusu, zamanlaması nedeni ile (ameliyat öncesi gerginlik ve sonrasındaki sıkılma süremde) okumaktan mutlu olduğum bir kitap oldu. Kitap, PR faaliyetlerinin de etkisi ile epey ilgi görünce, bir anda üçleme halini aldı ve Gizli Anların Yolcusu’nu Bora’nın Kitabı takip etti ve şimdi de Dönüş’le sanırım hikaye bitti.
Burada daha önce yazmıştım, Bora’nın Kitabı, ilk kitabın gördüğü ilgi sebebi ile gelişigüzel yazılan ve bu sebeple de ziyadesiyle eksik kalan bir kitaptı. Hikayeyi başkasının gözünden anlattığı için pek bir sürpriz barındırmayan kitap, karakterin derinliklerine inme kısmında da bana göre sınıfta kalıyordu. Ama ne oldu ben yine de gidip serinin 3. Kitabı Dönüş’ü aldım. Aslında kitap çıkar çıkmaz aldığım için, kitabın aslında bir devam kitabı olduğunu bilmiyordum. Yepyeni bir roman diye alırken, bu kitap da Bora’nın devamı olmasın diye işkillenmedim değil. Merakım google’a yenilmese de, kitaba başlar başlamaz, yine edebiyat dünyasının para hırsının ağına düştüğümü anladım.
Peki ama ne oldu? Haftalardır kitap okuyamıyorum diye hayıflanan ama entrika da seven ben Dönüş kitabını 2 günde bitirdim.  Bu noktada gerçekten Ayşe Kulin’e de teşekkürü borç bilirim. İyi veya kötü farketmez, kafamı bir süreliğine de bambaşka bir hikayeye dahil etmemi sağlıyorsa o kitap benim için faydalıdır ki, Dönüş de içinde bulunduğum zaman dahilinde okuduğuma sevindim kitabı oldu. (Bu noktada saatlerce burada kitap okuyabilirim düşüncesini bana tattıran Karaköy’le aramıza da bir şeyler girmesin diyerek dilimi ısırıyorum.)
Dönüş’ün, Bora’nın Kitabı’ndan en büyük artısı, hikayenin devamını getiriyor olması. Yani bu hikayede okuduğumuz iki kitaptan parçalar olsa da, bambaşka da bir kısım var. Hala hikayenin sonu diyememişim sebebi Ayşe Kulin’in bu serinin gördüğü ilgiliye göre daha da devam edecek azme sahip olması. Bana göre İnci Aral’ın Mor’u bir hikayenin farklı kişiler tarafından anlatılarak ilerlemesi açısından gayet başarılı bir örnekti (zamanın şartlarına göre). Ama bunların hepsi bir kitapta olması ile aynı hikayeden 3 kitap çıkartmak arasında biraz “duygusal” farklar var. Bence bu  hikayenin de ömrü burada son bulmalı ama yok bir de Handan’ın gözünden dinleyeceksek olayı, işte edebiyatın suyu o zaman çıkar. Rica edeceğim, çoğu edebiyat insanına taş çıkartan üretkenliğini Ayşe Kulin bambaşka bir hikayede devam ettirsin.
Dönüş’ün sevdiğim yanlarından biri de, aile kavramına dair sunduğu bakış açısı oldu. İnsanların anne veya baba olması, hata yapmalarına engel değil ve bir ailede hata yapma hakkının da sadece çocuklara mahsus olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor kitap. Bana göre hikaye; affetmenin vicdan açısından öncelikli ilaç olduğunu işaret ediyor. Ben de okuduğunu 1 cümle ile ifade edecek blog sahibesi olarak;  “Keşkelerden korkuyorsanız, gerçekle yüzleşin ve affedin” derim.
Kitabı da “Gizli Anların Yolcusu”nu okuyup, öyküye kendini kaptıranlara tavsiye ederim. Ve tamamen kişisel merakımdan, aynı öyküyü Murathan Mungan yazsa, nasıl olurdu acaba diye de merak ederim.

Bu yazıdan çıkartılmayacak sonuçlar;
  • Kitap, çoğu yazarın gerek görmeyeceği şekilde politik eleştiriyi içinde barındırdığından ve verdiği röportajlarındaki beyanatlarından ötürü Ayşe Kulin’i ve duruşunu da ayrıca tebrik ederim.  
  • Kendisinin yeteneksiz edebiyat ajanı Barbaros Altuğ’un Hürriyet’e röportaj vermekle başlayan serüveninin Hürriyet Pazar’da yazmaya başlaması ile sonuçlanması da beni hiç şaşırtmayan, tam da ondan beklenen bir tavır olduğunu belirtmeliyim. Belki bu saatten sonra kendisi de “güce taptığı” gerçeğini kabul eder de, sürekli eleştirdiği kurumlar aracılığı ile varolmaya çalışarak  daha da komik duruma düşmez.
ps. başlık şarkısı Köprünün Tam Üstünde ile Melis Danişmend
 

"Yeni bir karanlık güne başladım, uzaklara giderim sanmıştım, hiç mecalim yok"

$
0
0
 
 
 
Yeni bir gün umuduyla yattığım yatağımdan,  uyuyabilirsem eğer her sabah başka bir kabusa uyanıyorum.
 Biliyorum ki, benim gibi hisseden bir azınlık var. Ama adı üzerinde küçük bir azınlığız biz, savunduğumuz her şeye karşın devletin nefret oklarına hedef olan. Konu ne olursa olsun, fikren ve bedenen yok edilmek istenen tektükleriz. Biraraya kolay kolay gelemeyen, geldiği anda ise”terörist” yaftası yapıştırılanlar…
Bu ülke benim için artık Nuri Bilge Ceylan’ın yalnız ve de güzel ülkesi değil, burası artık bir tımarhane, bir iç savaş meydanı. Olan bitenene karşı hissiyatım Koray Candemir’in şarkısında dediği gibi “Çok yorgunum çok, ölmedim hala”.
Ben ki, kolay kolay karamsarlığa kapılmam, kapıldığımda da bunu yazıya taşımak istemem. Ama şöyle bir gerçek var ki, ilk defa hayatımda bu ülkeden uzakta kalmak istiyorum artık. Tepki verebilenlerin bile birlik olmayı beceremediklerini, becerdiklerinde bile hayatları ile sınandıklarını görünce, bizim faşist dediklerimizi haklı gören milyonlar olduğunu bilince neyin umudunu taşıyacağımı bilemiyorum.
Hayatımın en uzun Mayıs ayı bugün itibariyle son buluyor. Haftalardır kendimi kandırma vesilem olan Berkun Oya satırlarının da bugün bitmesi manasız ve de can sıkıcı bir tesadüf (kimbilir belki de ulvi bir işaret).
Nihayetinde an itibariyle karamsarlığın zirvesinde ve “belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur” iyimserliğinden uzaktayım. Mevcut şartlar altında “An end has a start” gerçekliğinde yola devam etmekten öte yaptığım/ yapabildiğim bir şey yok.  
 
ps. Google sayesinde bulduğum blog fotoğrafına ilişkin yazıyı da sorgu suali sebebi ile paylaşmak istedim. Üretmeden kopyalama yapıştırma halimin de Haziran ayında son bulması dileğiyle.
ps.2. Başlık şarkısı da özünde iyimser mi kötümser mi olduğunu çözemediğim Koray Candemir şarkısı (güzel Melis Danişmend vokali ile birlikte)
Viewing all 213 articles
Browse latest View live